Yazarlar Evi 3 Ev Halleri

İdealist Ama Hüzünlü Yazarlar Evi

Prıviyızlii on İdealist Ama Hüzünlü Yazarlar Evi:

Adım Arda.

Bir sürü başarısız ilişki, kötü iş deneyimi ve kayıplardan sonra, bir gün aniden her şeyden vazgeçmeye ve tamamen yeni bir yolda ilerlemeye karar verdim.

Kendi bahçesinin içinde, denize yürüme mesafesinde, tripleks, pek bir lüksü olmayan, 8-9 odalı bir dev.

Bir ev dolusu yazar, sakin sessiz bir ortam, yaratıcılığı körükleyecek bir mekan.

Şimdi sürekli gelip gidenler olsa da, evin içinde yaşayan altı kişilik kemik kadromuz oluştu.

'Arda, sabah telefon geldi. Biri gelip seninle görüşecekmiş, boş oda için.' diye haberdar etti beni Feyza, köpüklü elleriyle alnını kaşırken.

Berke'ye bakıp sordum:

'Ne dersin?'

'Abi adam deli. Kıtır kıtır keser bu bizi gece.'

Bir sonraki gün bulaşık yıkama sırası bana geliyordu. Neye karar vereceksem, bunu bir an evvel yapmalıydım.

İşte bu, bu evin ve içinde yaşayan başarısız yazarların hikayesidir.

İki odamız hala boş, aklınızda bulunsun.

Buyrun...


Ev Halleri:

Hayattaki başlangıçlar, dizilerin girişleri gibi olsa fena olmaz mıydı? Her zaman olmasa da arada bir? Örneğin güne o ünlü dizinin ilk bölümündeki gibi karizmatik karizmatik gözümün açılması görüntüsü ile başlasam?

Göz bebeğim hafifçe büyürken, fonda gizemli bir müzik çalsa ve beni bu bölümde olacaklara hazırlasa?

Oysa bunun yerine, her zamanki gibi salyamın içinde uyandım. Ağzımın kenarını peçeteye silerken, kendimden tiksiniyordum. Doğruldum, bir süre boş gözlerle etrafıma bakındım.

Yatağımı damlayan kısımdan uzağa çekmiştim. Burada uyumaktan hoşlanmıyordum, ama kafama damlayan sularla sağlıklı bir uyku çekmem de mümkün değildi. Esneyip gerindim. Damlayan kısmın altına koyduğum, gece çabuk çorba içtiğim fincan, taşmak üzereydi. Değiştirmem gerekiyordu.

Sonra gözüm uyarı ışığı yanıp sönen, 10 yıllık emektar telefonuma takıldı. Pilini iki defa değiştirmiş olduğum halde, şarjı en fazla bir kaç saat gidiyordu. Anteni çocuk pipisi kadardı, kalıbı ise takoz olarak kullanılabilecek kıvamdaydı. Ama buna da şükretmem lazımdı, uzun süredir yeni bir telefona para ayıracak halde değildim.

Uzanıp baktım, kısa mesaj gelmişti. İstanbul'da yaşayan, aramızın bir iyi bir kötü olduğu uzatmalı kız arkadaşımdandı. 'Uyandığında beni ara' yazmıştı. Durduk yere böyle bir şey istemezdi, büyük ihtimalle başım dertteydi. Her ne kadar hala uyanamamış olsam da, fırtınayı bir an önce atlatmanın en doğrusu olacağını düşünerek telefonu kulağıma götürdüm.

'Hah, uyandın mı Arda?'

Hayır uyanmamıştım, uyku arasında ellerim telefonun tuşlarına çarpmıştı. Kısmet işte.

'Nasılsın?' diye sordum. Gelecek kötü haberlere hazırlıklı olmaya çalışıyordum.

'Arda konuşmamız lazım.' dedi Melek. Yazarlık macerasına girmemden hemen önce tanışmıştık. İş yaptığımız bir müşteride, büyük, kurumsal bir firmada çalışıyordu. Evet, müşteri ile çıkmak doğru bir hareket değildi, biliyorum. Aslında yakalanmadığınız sürece o kadar da yanlış görünmüyor. Bir de işler iyi gittiği sürece elbette.

Melek klasik tanımıyla bir plaza insanıydı. Hani şu karikatürize edilen tiplerden. Mesai başlamadan 3,5 saat önce uyanır, sporunu, makyajını yapar, kendine özen gösterirdi. Öğlen yemeklerini şu suntaya benzeyen krakerlerle geçiştirir, akşamları ise salata ve brokoli yerdi. Hiç hoşuma gitmese de o iş hayatına özgü, çirkin yarı türkçe yarı ingilizce konuşma dilini kullanır, kısaltmalarla konuşmayı severdi.

Bu şekilde saydığımda hoşuma gitmeyen ne kadar da çok tarafı vardı böyle?

Her neyse, kız benim yolumu değiştirme kararımı başta heyecanla karşılamış, beni desteklemişti. Kendisi de fırsat bulsa aynısını yapardı, emin olmalıydım. Ama kariyerine odaklanması gerekiyordu, bu onun için daha önemliydi. Performans görüşmeleri yaklaşıyordu, hedeflediği pozisyonda bir kaç yıl çalıştıktan sonra önünü daha iyi görebilecekti.

Ben onun günah çıkarma kabiniydim. Ruhunun eksik kalan sanatsal yanını benimle tatmin ediyor, kendi yapamadıklarını benim yapmamdan mutlu oluyor gibiydi.

Sonra yavaş yavaş ondan gördüğüm desteği yitirmeye başladım. Bunda özellikle maddi konularda sıkıntı yaşamam, yazmakta hayal ettiğim hedeflere ulaşamamam etkili oluyordu. Başarısız olmam, benden çok onda hayal kırıklığı yaratmış gibiydi. Onun gibi dönemsel hedefleri tutturmak odaklı çalışan pek çok insanın yapacağı gibi beni yeterince çaba göstermemekle, kendimi zorlamamakla, zamanımı boşa harcamakla suçluyordu. Daha sonra beklediğim o teklif geldi:

Belki de artık bu hayalimden vazgeçmeliydim.

Vazgeçmedim ve sorunlar yaşamaya devam ettik. Özellikle de ben Gülhaniye'ye taşındıktan sonra.

Bir süre sonra ilişkimiz, ikimiz için de kangren olmuş bir organa benzemeye başladı. Kesip atmamız gerektiğini biliyorduk ama ikimiz de buna yanaşmıyorduk. Böylece karşılıklı olarak birbirimizi tüketmeye, yıpratmaya devam ettik.

Ben bu düşüncelere dalmışken, Melek telefonun karşı tarafından soruyordu:

'Arda? Orada mısın?'

'Seni dinliyorum.' diye yalan söyledim.

'Bizimkiler artık iyice bastırmaya başladı. Artık bir isim koymamız lazım.'

'İyi, İsmet olsun.'

'Geç dalganı sen. Bu iş artık böyle yürümez, sen de biliyorsun.'

Hoppa! İşte bir erkeğin zihninin en derinlerindeki alarmı çaldıran cümle gelmişti. Seçeneklerimi hızlıca gözden geçirdim:

'İyi, düğün için Gülhaniye'ye gelirlerse evde kalacak yer çok.'

'Ne Gülhaniye'si ayol? Doğru düzgün bir organizasyondan bahsediyorum ben. O hayattan vazgeçmenin zamanı gelmedi mi artık? Hala macera peşindesin, artık gerçekleri kabullenme zamanın gelmedi mi?'

Sıkıntıyla içimi çektim, cevabını bildiğim halde sordum:

'Neymiş o gerçekler?'

'Tatlım bak...' Müşterilerine onları ikna etmek istediğinde 'Bakın' diye başlayan cümleler kurardı. İşin kötü yanı, her seferinde de kanardım. Ama bu kez konu ciddiydi. 'Yazmaya olan tutkuna çok büyük saygım var, çok cesurca bir şey yapıyorsun. Ama bak, ne kadar zaman geçti, olmuyor işte.'

İç sesim gibi konuşuyordu. Sizi bu kadar yakından tanıyan, sizi nerenizden vuracağını bilen biriyle birlikte olmak ne kadar da zor... Ama yelkenleri suya indirmemem gerekiyordu, sesimi sertleştirerek maço bir tavır takındım. Göreceğim tepkiyi bile bile.

Bu cümlemi sarf etmemden itibaren, artık sadece Melek konuştu zaten:

'Buna ben karar veririm.'

'İyi ver! Beter ol o zaman!'

İşte bu. Melek'in çirkin yüzü...

'Ama beni de kendinle birlikte dibe çekemeyeceksin!'

Buna zaten niyetim yoktu ki.

'Git kendi hayal dünyanda yaşa! Ama bundan böyle beni artık yanında bulamayacaksın!'

Hayırlısı, ne diyeyim?

'Sanatçı geçiniyorsun bir de, daha kadın ruhundan bile anlamıyorsun!'

Uzmanlığı o olan yazarlar da var, o da var.

Sözü daha fazla uzatmadı. Telefonu suratıma kapattığını anlayınca, ben de kapattım.

Üst düzey bir yönetici ile üst düzey yönetici adayı bebekler yapması için hala çok geç değildi.

Nedense çok sakindim. İlişkimiz boyunca 10 ya da 11 kez ayrılmış, bunların bir fazlası kadar da barışmıştık. Her ne kadar bu seferki ayrılığın onlara benzemediğini sezsem de, pek umurumda değildi. Başta da söylediğim gibi ilişkimiz artık bitmişti. Benim bunu dile getirecek cesaretim yoktu sadece, o kadar.

Sakinliğim yavaş yavaş pişmanlığa, pişmanlığım da suçluluğa dönüşürken, aklımdan telefona sarılmak ve özür dilemek geçiyordu. Ama bunu yapmadım. Nasıl olsa bir şey sağlamayacaktı.

Bunun yerine aşağı inip bizim tayfanın ne işler karıştırdığını öğrenmek istedim. Gürültünün patırtının hiç eksik olmadığı aşağısı, bugün çok sakindi. Bu pek normal bir durum değildi.

Son derece şaşırtıcı bir şekilde, herkes kendi havasındaydı. Berke bir tarafta, Necla diğer tarafta, kucaklarında bilgisayarları ile oturuyorlardı. Serdar ve Orkun gene görünürlerde yoktu ve Feyza da gene mutfakta bulaşık yıkıyordu.

Herkesi selamladıktan sonra mutfağa yöneldim:

'Feyza hayırdır? Dün de sen yıkıyordun?'

'Çok birikmiş.' diye cevap verdi kız. 'Böcek basacak biraz daha yıkamazsak.'

Halinden şikayetçi gibi görünmüyordu. Ama ben bu adaletsizlikten memnun değildim, sordum:

'Bugün sıra kimdeydi?'

'Serdar'da.'

'Eee, o niye yıkamamış?'

Kız biraz da utanarak bana baktı:

'Bilmiyorum, sabah erkenden çıkmışlar. Orkun Abi'yle.'

Büyük ihtimalle biraz da az önceki telefon konuşmasının verdiği öfkeyle, sinirlerim yavaş yavaş kontrolden çıkmaya başladı:

'E hani sabahları toplanıp beyin fırtınası yapacaktık? Hani yazdıklarımızı paylaşacak, fikir alışverişinde bulunacaktık?'

Necla ve Berke başlarını kaldırıp bana baktılar. Ki onların bilgisayardan gözlerini ayırması için çok büyük bir olayın olması gerekirdi. Şaşkın bakışlarla beni süzüyorlar, konuşmanın nereye varacağını merak ediyorlardı.

Ben coşmuştum bir kere, duramıyordum:

'Anca bilmemne sözlükte yorum yazalım, saçma sapan, klişenin klişesi lafları sağda solda paylaşalım. Allah aşkına, biriniz söyleyin. Son bir ayda herhangi bir şey üretmiş olanınız var mı? Öykü, deneme, şiir?'

Berke ve Necla birbirlerine bakarak, ağır ağır kucaklarındaki bilgisayarın arkasına gömüldüler.

'Blog yazamıyorum diye hadise çıkardın dün. Akşam baktım, 3 haftadır tek bir şey yazmamışsın ona da!' diye çıkıştım Necla'ya, sonra Berke'ye döndüm: 'Sana hiç girmiyorum zaten, arada bir oyundan başını kaldır istersen, buraya neden geldiğini unutma.'

Elimi kolumu sallaya sallaya kapıya doğru yürüdüm:

'Ötekiler zaten ayrı olay. At yarışı mı oynuyorlar, ne yapıyorlarsa artık, eve uğradıkları yok. Şu kız sessiz sakin diye, her işi ona yıkalım, oh ne ala memleket. İyi be!'

Bir yandan bağırıp çağırırken, diğer yandan da böyle davrandığım için sonradan çok pişman olacağımı biliyordum. Ama o an bu umurumda değildi, zehirimi akıtmam gerekiyordu. Arkadaşlarımı kırma pahasına da olsa bunu yapacaktım.

Kapıyı çarpıp çıktım. Bahçedeki, o kaportasını büyükbaş hayvanların yediği model arabama atladım. Aslında başta araba almaya niyetli değildim. Kışın Gülhaniye'nin nüfusunun azalması beni buna itmişti. En ufak ihtiyacında bakkala üç kilometre yürümek, özellikle kışın yıpratıcı oluyordu. Ben de bulabildiğim en ucuz arabayı almıştım işte.

Merkeze geldiğimde öfkem hala yatışmamıştı. Oflaya puflaya ilerleyen arabayı şans oyunları oynatan dükkanın önüne park edip, indim.

Tahmin ettiğim gibi Serdar da Orkun da oradaydı.

Serdar 37 yaşında bir muhasebeciydi. Bizden farklı olarak, hiç kitap yayınlamamıştı. Her zaman yazmak istemişti ama buna fırsat bulamamıştı. İşinde yaşadığı bazı sorunlar yüzünden biraz nefes almak istemiş ve aramıza katılmıştı. Vergi, stopaj falan gibi bizim pek anlamadığımız konularda yardımları oluyordu.

Orkun bambaşka bir alemdi. Aslında belki de kendisine 'abi' dememiz gerekiyordu, adam 50 yaşındaydı. Ama buna izin vermiyordu. Kendisine ismi ile hitap etmemiz konusunda bizleri defalarca uyarmıştı.

Adamın hepimizden fazla sayıda kitabı basılmıştı. Epeyce de para kazanmıştı. Polisiye, macera türünde yazıyordu, oldukça da üretkendi. Sonra bir gün yazdıklarından bazılarının içinde, ünlü yazarların Türkçe'ye çevrilmemiş eserlerinden bire bir kopyalanmış parçalar olduğu anlaşıldı. Her şeyini kaybetmişti. Telif hakları davalarında ödediği cezalar, tazminat falan derken elinde avucunda bir şey kalmamıştı.

Başta onun gibi birini eve kabul etmeye niyetim yoktu. Ama sonra adamın yeni bir başlangıca ihtiyacı olduğunu ve kendisinin de buna niyetli olduğunu görünce onay vermiştim. Üstelik tecrübesi ile hepimize yol gösteriyor, ışık tutuyordu.

Ve işte bu ikisi, şans oyunları mekanında, Finlandiya İkinci Ligi'ndeki bir maçın sonucunu tahmin etmeye çalışıyorlardı.

'Üst oynayın abi, üst!' diye aralarına daldım. Öfkemden onların da nasiplenmemesi doğru olmazdı. Üst'ün alt'ın ne olduğunu bilmiyordum, sadece onların anlayacağı dilden konuşmak istemiştim.

'Vay Arda'ma benim!' diye döndü Orkun, 'Üst oynayalım he mi?'

'Tabii, tabii. Evde bulaşıklar beklesin, aylardır tek kelime yazmayın, ama üst oynayın.'

'Arda'cım bu ne şiddet bu celal?' diye araya girdi Serdar. 'İşler hallolur baboli, rahat ol.'

'Hallolur değil mi? Hallolur. Evet, lafla oluyor zaten onlar hep.'

Giderek daha fazla sinirleniyordum, hele onların bu rahat hali beni iyice çileden çıkarıyordu. Sonradan pişman olacağım bir şey söylememek için istemediğim halde dükkandan çıktım.

Burnumdan soluyordum, ellerimi belime koyup bir süre öyle bekledim. O sırada arkamdan gelen bir sesle irkildim:

'Arda Bey?'

Döndüm. Bu bana evi satan emlakçı vasıtasıyla tanıştığım, mimarlık mühendislik ofisinde çalışan kızdı. Ne zaman görsem koltuğunun altında rulolar halinde planlar, tasarımlar oluyordu. İzolasyon, ozalit, viskosite falan gibi anlamadığım şeylerden bahsediyordu. Ne yazık ki ismini hatırlamıyordum, ama bunu çaktırmaya niyetim yoktu. Sinirimi biraz olsun bastırarak elimi uzattım:

'Nasılsınız?'

'İyiyim. Hatırladınız mı beni?'

Kız zorlu çıkmıştı, ama karşısında da yılların uyanığı vardı:

'Hatırlamaz mıyım? Nasılsınız, nasıl gidiyor hayat? Ben bu arada sizin kartınızı kaybettim, yanınızda var mı?'

Kız elini cebine götürürken zekamla gurur duymadan yapamıyordum. Bir yandan da açıklamaya devam ettim:

'Tavanda bir problem var, bir kaç yerinden akıtmaya başladı. Ofisi arayacaktım ama telefonunuzu bulamadım.'

Kız kartvitini çıkarıp uzattı. Karta kıvançla baktım, ama beni bir hayal kırıklığı bekliyordu. 'Osman Demir. Demirciler Mimarlık Mühendislik Ofisi.'

Kurnazlığım bu sefer sökmemişti.

'Benim kartım yanımda değil,' dedi kız. 'Kusura bakmayın. Çatıyla da, ilgileniriz. Ne zaman gelelim?'

Sıkıntılı bir şekilde kızın çilli suratına baktım. Aralara maviler attırdığı siyah, uzun saçı, hafif rüzgarda salınıyor, burnuma kullandığı parfümün kokusu geliyordu. Ama ismi aklıma gelmiyordu işte, lanet olsun!

'Ben sizi arayacağım.' diye geçiştirdim onu. Konuşmayı fazla uzatırsam foyam meydana çıkacaktı. Üstelik çatı için de paramız yoktu. Henüz.

Kız benimle vedalaşıp uzaklaşırken, arkasından baktım. Bir kapı kapanırken, öteki mi açılıyordu acaba?

İsmini hatırlıyor olsam, bu soruya daha net bir cevap verebilirdim.

Gözlerim bir an kızın biçimli kalçalarına takılsa da, bunu abartmadım. Küçük bir yerdeydik, görülme ihtimalim yüksekti. Hem hanzoluğun da lüzumu yoktu. Ayrıca yapmam gereken işler vardı.

Ama sonuçta erkektim işte. Kızı son bir kez daha süzdükten sonra yoluma devam ettim.

Hedefim Gülhaniye'de kışın açık olan tek pansiyondu. Martı Pansiyon. İsmi pek gösterişli olmasa da temiz, bakımlı bir yerdi. Sahibini de tanıyordum. Gösterişsiz, efendi, kimseye zararı olmayan bir tipti, Ahmet Amca.

Kapıdan girdiğimde beni sanki kırk yıldır tanıyormuş gibi sıcak karşıladı. Kısa bir hoşbeşten sonra Furkan'ın kaldığı odaya doğru yöneldim. Adamı eve davet etmeye karar vermiştim. İçinde bulunduğumuz durumda seçme lüksümüz pek yoktu. Ayrıca evdekilere de kızmıştım. Furkan gibi birinin varlığı, bazı şeyleri değiştirmek için iyi olabilirdi.

Adam ikinci katta, en uzaktaki, koridorun karanlık kısmındaki odada kalıyordu. Koridorda ilerlerken nedense içimi bir korku sardı. Hiç tanımadığımız, bilmediğimiz bir adamı eve alacaktık. Üstelik kafası kızarsa sizi perişan edebilecek birini.

Karanlık koridorda yürürken, bu düşüncelerin de etkisiyle iyice gerilmiştim. Ya adam şimdi bir yerlerden çıkarsa? Ya dünkü konuşmamızdan sonra bana öfke beslemişse?

Kapının önüne geldiğimde bir kaç kez öksürerek sesimi düzeltmeye çalıştım. Sonra en efendi halimle çaldım.

Ses yoktu. Tekrar denedim. Gene cevap gelmedi. Sonra hangi akla hizmet olduğunu bilmeden, elimi uzatıp şansımı denedim.

Kapı ardına kadar açılıverdi. Bir anda adamın odası ile karşı karşıya kalmıştım. Odada kimse yoktu, bu garipti. Etrafıma bakındım, sonra fark ettirmeden içeri süzüldüm.

Tüm bunları neden yaptığımı hiç bilmiyorum. Sen hem adamdan kork, hem mülküne izin almadan dal. Ucuz korku filmlerinde gördüğümüz 'az sonra ölecek gözlüklü şişman merakı' böyle bir şeydi işte. Gerçi ben o kadar şişman değildim. Yoksa öyle miydim? Allah'ım...

Furkan'ın pek bir özel eşyası yoktu sanki. Sağda solda valiz falan da görememiştim. Biraz ötede büyük bir spor çantası vardı sadece, içi de dolu gibiydi, o kadar. Çantada ne olduğunu merak ederek ilerlemeye niyetlendim. Ama o anda kapı tarafından gelen kalın sesle irkildim:

'Hayırdır?'

Şimdi s*çmıştım işte. Sanki bir kabahat işlememiş gibi rahat bir tavırla döndüm, gülümsemeye çalıştım:

'Selamlar. Seninle konuşmaya gelmiştim, kapı açıkmış.'

'Evet, odalarda tuvalet yok.' dedi. Gözlerinde kuşkucu bir hava vardı. Kapının çerçevesine dayanmıştı, başı neredeyse kapının üst kısmına değecekti. Elinde, avucunun içinde küçücük kalmış bir viski şişesi vardı.

'Hocam eğer kiralık odayı hala istiyorsan, bizimle kalmandan mutluluk duyarız. Onu söylemek için uğramıştım.'

Beni baştan aşağı süzerek başını anladığını gösterir şekilde salladı. Sonra aniden sordu:

'Sıkıntılı bir halin var?'

'Ev işleri işte.' diye cevapladım onu. İçimi çektim: 'Bir sürü dert.'

Yüzünde tek bir kas bile oynamamıştı. Sonra hiç beklemediğim anda sert bir hareketle viski şişesini bana uzattı. Böyle bir teklife asla hayır demezdim, küçük bir yudumun boğazımı yakmasına izin verdim.

'Bir grup kaybedeniz biz.' diye söze girdim. Süslü bir şeyler söyleyerek havalı görünmek istiyordum. 'Hayallerimizin peşinden gitmiş olmanın bedelini ödüyoruz.'

'Benim hayatım hayallerimin peşinden koşmakla geçti.' diye yanıtladı beni. 'O kadar da dramatik değil.'

Şişeyi elimden aldı. Benimkinin bir kaç katı büyüklüğünde bir yudum çekip, devam etti:

'O kadar da kötü değil. Derler ya, bu hayattan kimse sağ kurtulmayı başaramadı diye? Aynen öyle işte. Hepimiz mahkumuz. Önemli olan nasıl kaybettiğimiz.'

Bu adamı sevmeye başlamıştım. Ayrıca aklıma bir muziplik gelmişti.

Bir kaç küçük işimi daha halledip akşam eve döndüğümde, herkesin salonda toplanmış olduğunu gördüm. Gergin ve huzursuz görünüyorlardı. Bunun sebebi çok açıktı, Furkan benden önce gelip odasına yerleşmişti. Böyle bir şeye onlara sorup fikirlerini almadan, tek başıma karar vermiş olmamdan ötürü kızgındılar.

İlk konuşan Berke oldu:

'Abi, bir tek çantası var yanında, başka eşyası yok. Çantadan da şıngır şıngır sesler geliyor. Bıçak balta falan mı var, içki mi, nedir anlamadık.'

Sıkıntılı bir tavır takınarak onlara döndüm:

'Arkadaşlar, biliyorum, bu hareketim sizi kızdırdı. Ama önce beni dinleyin. Bugün çarşıda dolaşırken yolumu kesti, kenara çekti beni.'

'Ne yaptı, ne yaptı?' diye atıldı Necla. Korkmuştu.

'Ya odayı verecekmişim ya da gelip kendisi alacakmış. Öyle dedi.'

Serdar biraz öteden ağzı bir karış açılmış bir halde mırıldandı:

'Hass*tiirr...'

'Bir süreliğine gözlerden uzak bir yerde kalması gerekiyormuş. Fazla soru sormazsanız herkes için iyi olur dedi.'

Herkesin beti benzi atmıştı.

'Hapisten falan mı kaçmış acep?' diye sordu Orkun. Sesini yukarı duyurmaktan korktuğu için fısıldıyordu. Ama belli ki başarılı olamamıştı, merdiven tarafından kalın, sert ve tok bir ses duyarak irkildik:

'Hapishane çocuk yuvası gibi kalır.'

Ağır ağır döndük. Tıpkı gündüz pansiyonda bana yaptığı gibi yan tarafına dayanmış, elinde 35'lik gibi duran 70'lik viski şişesiyle Furkan'ı gördük. Adam klişelerin klişesi bir tavırla viskiyi kafasına dikip, kolunun tersiyle ağzını sildi:

'Lanet olsun dostum!'

Gözlerimi diğerlerinin üzerinde gezdirdim. Hepsinin korktuğu açıkça görülebiliyordu.

'Blackwater ismini hiç duydunuz mu?'

Duymuştuk. Hükümetlere paralı asker sağlayan, uluslararası, kirli bir şirket olarak biliyorduk. Furkan soğuk bir tonda devam etti:

'Afganistan. Laos. Tayland. Libya. Irak.'

'Buralarda mı savaştınız?' Serdar kekeleyerek de olsa sormadan duramamıştı, merakı baskın çıkmıştı.

Furkan bu soru üzerine benimle göz göze geldi. Yüzüne muzip bir ifade gelmişti, ciddiyetini daha fazla koruyamayacağı belliydi:

'Buralarda rehberlik yaptım, turist gezdirdim. Turist rehberiyim ben ya. Ne gerildiniz öyle?'

Herkes afallamıştı, bense gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Bu numara aklıma pansiyonda gelmişti. Furkan'la da anlaştıktan sonra uygulamak kolay olmuştu.

Kim ne derse desin iyi bir kurgu yazarıydım ben arkadaş!

Sonra Furkan'ın aramıza gelip, elindeki şişeyi bizlere uzatmasıyla diğerleri de gerçeği anladı.

'Turist rehberliği, web tasarımı, barlarda koruma görevliliği. Kafama göre takıldım işte.'

'Eşşek şakası derler buna hocam yalnız!' diye sitem etti Orkun. Ama viskiye uzanmayı da ihmal etmedi.

Ekip kaynaşmıştı. İlk gün gerginliğini üzerimizden atmıştık.

Onlar salonda güle oynaya muhabbet ederken, ben mutfağa doğru yürüdüm. İzolasyoncu, ozalitçi kızdan aldığım kartı çıkarıp, üzerindeki numarayı çevirdim. Bakalım ofis kapanmış mıydı?

'Alo?'

Kapanmamıştı:

'Osman Bey nasılsınız? Arda ben, dereboyundaki evin sahibi hani?'

'Aaa tanıdım Arda Bey, nasılsınız?'

'Teşekkür ederim. Bugün çarşıda sizde çalışan hanımefendi ile karşılaştım. Kendisine de bahsettim, küçük bir sıkıntımız vardı çatı ile ilgili?'

'Serra Hanım mı?'

Serra Hanım'dı tabii ki de. Elimde olmadan gülümsedim.

Yok yok, ben gerçekten de zekiydim.

Neden başarılı olamıyordum ki peki?

08 Aralık 2012 20-21 dakika 14 öyküsü var.
Beğenenler (2)
Yorumlar