Yazarlar Evi 5 Oyun İçinde Oyun
İdealist Ama Hüzünlü Yazarlar Evi
Prıviyızlii on İdealist Ama Hüzünlü Yazarlar Evi:
Bir sürü başarısız ilişki, kötü iş deneyimi ve kayıplardan sonra, bir gün aniden her şeyden vazgeçmeye ve tamamen yeni bir yolda ilerlemeye karar verdim.
Bir ev dolusu yazar, sakin sessiz bir ortam, yaratıcılığı körükleyecek bir mekan.
Şimdi sürekli gelip gidenler olsa da, evin içinde yaşayan kemik kadromuz oluştu.
'Arda konuşmamız lazım.' dedi Melek. Yazarlık macerasına girmemden hemen önce tanışmıştık.
'Git kendi hayal dünyanda yaşa! Ama bundan böyle beni artık yanında bulamayacaksın!'
'Son bir ayda herhangi bir şey üretmiş olanınız var mı? Öykü, deneme, şiir?'
'Çatıda ciddi iş var. Tahtalar hep çürümüş, kiremit altı örtüsü lime lime olmuş. Acilen komple kaldırmak lazım.'
Çatının kaldırılması, tekrar kaplanması, kapatılması, şu an karşılayabileceğimiz bir şey değildi. O parayla küçük bir ev alınırdı.
'Haa bir de evde fare var, haberiniz olsun. Çatıyı falan kemirmiş hep.'
Aşağıdan gelen Necla'nın sesi, gündemimizi bir kaç haftalığına meşgul edecek duyuruyu yapıyordu:
'Kitap Fuarıııı!!!'
İşte bu, bu evin ve içinde yaşayan başarısız yazarların hikayesidir.
Bir odamız hala boş, aklınızda bulunsun.
Buyrun...
Oyun İçinde Oyun:
Feyza kendisinden beklenmeyecek kadar sert ve otoriter bir sesle bize bağırdı:
'Siz gidin! Ben onları oyalarım!'
Ellerimizde silahlarımızla, öfke içinde birbirimize baktık. Ama Feyza ısrarcıydı, silahını bize doğrulttu:
'Ya gidersiniz ya da sizi ben öldürürüm. Lanet olsun dostum, sizin kahrolası derdiniz ne ha?'
Gitmek mi zordu, yoksa kalmak mı?
O sabahı gelin bana sormayın, ona geri dönelim isterseniz...
Bu saçma sapan, gerçek dışı noktaya nasıl gelmiştik ki biz?
O sabaha dönelim, evet. Evde fare vardı. Onu fark eden usta, çatıda da ciddi hasar tespit etmişti. Melek tam Serra ile yakınlaşma fırsatım varken, durduk yere taa İstanbul'dan kalkıp gelmişti ve ben şimdi salonda onunla oturuyordum.
Bir kitap olsa, girişi ile okurların kafasını karıştıracak bir kurgu ile karşı karşıyaydık. Kaldı ki hiçbirimiz bu tip acemi girişlere uzak sayılmazdık. Bu evde en az yarım düzine 'ilk kitabına acemice giriş yapan ve müstakbel okurlarını ilk sayfalarında kaybeden yazar' yaşıyordu.
Elbette Orkun (Abi) hariç. O hepimizden tecrübeliydi. Hepimiz salonda bir kaç gündür yaptığımız sabah toplantılarımızdan birini gerçekleştirirken, o elinde bir kafesle merdivenlerde belirdi.
O gün işte böyle başlamıştı:
'Gençler, bu kimin?'
Kafesin içinde mutsuz ve tutsak bir kedi vardı: Aşüfte.
'Aaaa benim kedim o!' diye atıldı Necla. Telaşlı ve kızgındı: 'Niye benim kedimin girebileceği kadar büyük kafesler koydunuz her yere?'
'Aşüfte... Aşüftelerimiz... Kimi zaman muğlak, sevimli, kimi zaman denişik. Asya'dan gelip bir kısrak gibi özgürcesine Anadolu'ya dağılan halleriyle çöplerimizi karıştıran... Korkunç ve mübarek pençeleri, ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle.'
Uydurma şiirin sahibi ben değildim. Ama altına imzamı atardım. Baktım, şairimiz Serdar'dı. Demek ki Aşüfte'ye karşı mücadelemde yalnız değildim, bunu bir kenara yazmıştım.
Necla o an bilmiyordu. Fakat fareye karşı büyük kafes kullanmak, benim fikrimdi. Fare sorununun tespit edilmesi ile birlikte, evde uyulması zorunlu bazı özel kurallar koymuştum. Birinci kural, hiç kimse dışarıdan hiç kimseye fare sorunundan bahsetmeyecekti. İkinci kural, hiç kimse dışarıdan hiç kimseye fare sorunundan bahsetmeyecekti.
Ama ikinci kuralı hiç kimse takmadı, o çok meşhur filme gönderme yapıyorum sandılar.
Oysa gerçekten de evimin etrafta 'fareli ev' diye duyulmasını istemiyordum. Bir sonraki adım neydi peki, 'fareli evin kavalcısı' mı? Çarşıda pazarda 'Al, bak kaval. Üfle bakalım!' diyen tiplerle mi muhatap olacaktım?
Sonuç olarak tüm ev ahalisi, bu kurallara uymuş ve tedbir almıştı. Herkes abur cuburunu salonda yiyecek, odalara artık yiyecek çıkarılmayacaktı. Ayrıca etrafa kurduğumuz tuzaklarla, fareyi yakalayabileceğimizden emindim.
Bana kalsa, o yapışkanlı, zehirli tuzakları kullanırdım. Ama maalesef bunu yapamadım. Furkan sert bir sesle araya girmiş, fare bile olsa, yaşadığı çatının altında hiçbir canlının öldürülmesine izin vermeyeceğini, fareyi öldürmememizi, tuzak kurup, yakalayıp doğaya salmamızı söylemişti.
Furkan. Daha az kaslı olsa, cevabım çok farklı olurdu. Fakat ne yazık ki kendisi epey kaslıydı.
Ve bu kadar kocaman bir adamın yüreği de kocaydı, belli ki. Bu, bazı noktalarda işlerimi zorlaştırıyordu. Ama neyse ki her şeyi kendi çıkarlarıma göre uyarlama becerim vardı, ben de bundan yararlandım. Çakalcasına planıma göre, kuracağımız tuzaklar kafes şeklinde olacaktı. İçine farenin ilgisini çekecek şeyler koyacak, sonra da hayvanı yakalayacaktık. Ben sadece farenin değil, Aşüfte'nin de ilgisini çekecek şeylerle donanmış, onun boyuna uygun tuzaklar seçtim.
Evet param azdı, ama hiçbir servet Aşüfte'den kurtulmakla boy ölçüşemezdi. Hayvan sanki birileri öğretmiş gibi her sabah gelip, bir tarafıma zarar verip gidiyordu. Üstelik fareyle de anlaşma yapmış gibiydi: 'Sen evin buralarını tırtıkla, ben de buralarını.'
O kedi ya da ben, birimiz bu eve fazlaydık.
Planım sonuç vermişti ama Aşüfte'yi benim bulmam gerekiyordu, Orkun'un değil. Orada bir sıkıntı yaşamıştım belli ki.
'Bunu yukarıda buldum.' diye açıkladı adam. 'Tavan arasında. Uyuyordu içinde.'
Necla atılıp kedisine sarıldı. Bir yandan da ona bunu yapanlara saydırıyordu.
Bu sırada Berke, belki biraz da benim kenarda kıvrandığımı görerek sözü değiştirdi:
'Kitap Fuarı. Ne durumdayız?'
Serdar her zamanki muhasebeci kimliğiyle atıldı:
'S*çtık, ne durumda olalım? Fuarda yer alabilir durumda olanımız var mı? Bir bakalım: Feyza, Berke, Necla. Sizin kitaplarınız hala iyi durumda. Arda sen?'
'Benim kitap iki fuardır standlarda en az satılma rekoru kırıyor.' dedim. 'Beni unutun.'
'Kitapların durumu fark etmiyor ki.' diye söze karıştı Feyza kenardan. 'Yayıncım para istiyor benim, fuara katılmak için.'
Böyle bir durum vardı. Yayınevleri, zararlarını karşılamak ya da sadece fuar masrafları için maliyeti yazarların karşılamalarını istiyorlardı, hem de uzun süredir. Bu piyasanın gerçeklerinden biri de buydu.
Ama benim gibi çoktan teslim bayrağını çekmiş bir yazar eskisinin aksine, Serdar ısrarcıydı. Pes etmeye niyetli değildi:
'Orkun? Sen?'
'Benim yayınevim benim yüzümden battı, biliyorsunuz.' dedi Orkun. Kafesin kapağını açıyordu. Aşüfte Necla'ya doğru koşarken, adam bize döndü. Hepimizin gözlerinde, zamanında ünlü yazarlardan alıntı yaptığını hatırladığımızı gösteren o bakışı görünce, rahatsız bir tavırla geri çekildi:
'Hiç unutturmayacaksınız, değil mi?'
'Abi bi sakin ol.' diye söze karışmak istedim, ama adam izin vermedi:
'Evet, çaldım çırptım. Suçluyum, bunu biliyorsunuz, itirazım da yok. Tüm servetimi, ailemi bu yolda kaybettim de. Peki edebiyat dünyası? Onlar az mı suçlu sizce?'
Ses çıkarmıyorduk. Durduk yere adamın yarasına parmak basmıştık.
'Ben memurdum.' diye devam etti Orkun. '45 yaşından sonra yazmaya yeltendim. İlk bir kaç kitabım iyi satınca, yayınevi benden habersiz anlaşmalar, sözleşmeler imzalamış. Hikayelerimin geçtiği yerlere geziler, romanlarımda sponsor firmaların markalarını kullanmalar falan derken ben işin içine çok pis girdim. Gözlerim paradan başka bir şey görmez hale geldi. Çok satan yazardım sonuçta, yıldızdım. Öyle bir zaman geldi ki, bir yıl için 13 kitap anlaşması yapmışlardı. Ayda bir kitaptan fazlası demek bu. Nasıl yazılabilir? İnsan işi mi bu? Saçma sapan, benim kontrol etmediğim bir sürecin içindeydim. Bir romanımdaki karakter, bir sigara markası kullanacaktı, öteki bir viski markasını tercih edecekti. Hangisi hangisiydi peki?'
Diğerleri ne yapıyor bilmiyordum, çünkü utancımdan önüme bakıyordum. O ise devam ediyordu, eve geldiğinden beri beklediğimiz patlama gerçekleşiyordu:
'Bu tempoda yazabilmek için çaldım, inkar etmiyorum. Yabancı yazarların henüz Türkçe'ye çevrilmemiş eserlerini çaldım, çırptım. Aslında edebiyat dünyasının utanması lazım, beni övdüler, göklere çıkardılar. Oysa onların hepsi çalıntıydı ve o büyük edebiyat eleştirmenleri bunun farkında bile değildi. Ben suçluyum öyle mi? Ben suçluyum, evet. Ama ya onlar? Bir sürü büyük yazardan alıntı yaptım, haberleri olmadı onların lan!'
Salonda dört dönüyordu:
'Bu ülkede 2012 Nobel Edebiyat Ödülü kazanan Çinli adamın, ödülü kazandığında Türkçe'ye çevrilmiş eseri yoktu be! Ama sor şimdi, öyle büyük isim, şöyle büyük adam, romanları öyle, bilmemnesi şöyle. Nobel işi olmadan önce birinin haberi varsa o Çinli'den, aha bu kadar büyük konuşuyorum, ben de kendimi yakacağım şu bahçede. Ama şimdi konuşurlar, edim, gizilgüç, sönkü falan. Gerçek hayatta kullanılmayan ne kadar kelime varsa, alıp koyarlar yazılarına. Sonra da Cihangir'de içmeye giderler.'
Sonra aniden sakinleşti, koltuklardan birine oturdu:
'Velhasıl gençler, ben çaldım. Ama öyle ama böyle. Kimseye de başka şekilde olduğunu söyleyemem. Ama hırsızın hiç mi suçu yok?'
Serdar gözlerini benimkine dikerek zamanının gelip gelmediğini anlamak istiyordu. Ben bir şey diyemedim, o da biraz da bu yüzden, vakitsizce sordu:
'Bu fuara katılmayacağım mı demek peki?'
Orkun durdu, Serdar'a cevap vermek yerine Furkan'a baktı:
'Hocam, senin şu viskilerinden birini açar mıyız? Parası benden.'
İri adam, acı bir gülümseme ile karşılık verdi:
'Bence herkesin buna ihtiyacı var. Şunu bir kaç şişe yapalım ve eğer beni dinlerseniz bir oyun oynayalım.'
'Oyun mu? Çocuk muyuz biz? Saat kaç hem, alkol saati mi bu?'
Adam merdivenlere doğru yönelmişken bekledi, bize döndü:
'Buna bayılacaksınız.'
Bir kaç dakika sonra o, meraklı gözlerle onu süzen biz, Melek ve tesadüfen çatıda çalışan usta için gelen Serra, salondaydık. Saat henüz 12 bile olmamıştı ama hepimiz ?Feyza haricinde- önümüzdeki viski bardakları ile bekliyorduk.
'Feyza, arabayı sen kullanacaksın!' diye takıldı Serdar.
'Ney?'
'Pooof, dışarıda içince içmeyene öyle denir.' diye açıkladım durumu. Kızın hiç içki kültürü yoktu ki.
'Şimdi, burada sizlerin, hepinizin hayal gücü fazlasıyla geniş, sizden rol çalmaya niyetim yok.' diye kendisinden hiç beklemediğimiz bir alçakgönüllülükle konuya girdi, Furkan. 'Bunu uzun otobüs yolculuklarında müşterileri eğlendirmek için icat etmiştik, çok da keyifli olmuştu.'
'Hocam mevzudan haber ver!' diye sabırsızlığını gösterdi Orkun. 'Olaya gir hemen!'
'Tamam tamam. Şimdi: Bir çeşit herkesin bir rol oynayacağı bir şey yapacağız. Herkesin rolü var. Ona göre.'
Bu riskliydi. Ama merakla bekliyorduk. Furkan parmağını bana doğrulttu, bağırdı:
'Arda! Arda bir iş hanının sahibi.'
Adamın neşeli hali bile ürkütücüydü.
'Arda, nişanlısı Melek'le birlikte iş hanında herkesin gitmesini beklemiş. Birlikte eğlenecekler.'
Salondaki herkes anlaşmış gibi bize döndü: 'Ooo'lar, 'Aaa'lar gırla gidiyordu. Ben kıpkırmızı bir halde viskiye sarıldım. Belli ki ona çok ihtiyacım olacaktı.
'Öyle eğlenme değil, dans edecekler. Romantik bir kutlama bu. Yıldönümlerini kutluyorlar.' diyerek beni kurtardı Furkan. Anlatıcının o olması iyiydi, 'öyle değil, böyle' dediği anda sesler kesiliyordu. Derin bir nefes aldım. Melek dirseğiyle beni dürterken, ben sessizliğimi korudum.
Bu sırada Furkan da gözlerini kısıp ellerini iki yana açarak ürkütücü bir hava yaratmıştı:
'Kulaklarına bir ses gelir. Bizimkiler ilk anda fare sanırlar, bir haşarat, öyle bir şey.'
'Aşüfte'dir o!' diye hikayeye destek verdim, ama önce Necla'nın, sonra Furkan'ın sert bakışları ile pıstım. Viski iyiydi, güzeldi viski.
'Merakla sesin geldiği yöne giderler ve koridorda bir gölge görürler. Bir adam boyunda, dev gibidir.'
'Oha! Küçücük fare o ayol!' diye itiraz etti Necla.
'Fare değildir! Ne olduğunu anlayamazlar. Korkarlar ve ?değişik haşereleri avlama birimi'ni aramaya karar verirler.'
'Neyi?' diye sordu Serdar.
'Neyi değil, kimi. Çünkü Serdar o ekibin patronudur.' diye açıkladı Furkan. 'Bu civarda bir süredir farklı tipte haşereler görülmektedir ve Serdar da hükümet tarafından görevlendirilmiştir. Sanki özel bir şirket kurmuş gibi faaliyet göstermekte, etrafı incelemektedir.'
'Oooo...' diyerek arkasına yaslandı adam. 'İyiymiş.'
Furkan güldü:
'Buradan itibaren herkes, sırayla hikayeyi alıp bir kaç adım yürütecek. Yaratıcılık sizde artık. Buyrun.'
'Ooo' diye arkama yaslandım bu sefer ben. Güzel mevzuydu. Atıldım:
'Ben ne yapıyorum şimdi?'
'Sen Melek'le bekliyorsun, heyecan içindesin. Serdar ve ekibi gelecek, senin derdini çözecek.'
Serdar yaşına başına bakmadan, elindeki pipeti puro gibi tutup ağzına götürerek gözlerini kıstı:
'Haydi bakalım kızlar, kıçınızı kaldırın! Evet olay yerine geldik, konuşun adamla.'
Adam bendim. Kim konuşacaktı ki? Berke öne çıktı:
'Bayım, lanet olasıca gölgeyi gördüğünüzde saat kaçtı ve neredeydiniz?'
'Lanet olasıca gölgeyi gördüğümde, saat lanet olasıca 9'du ve ben kahrolası salça yapıyordum!' diye cevapladım onu. Sonra hatamı fark ettim: 'Kahrolası salsa! Salça değil! Kutlama yapıyorduk! Sevgilimleydik! Salsa yapıyorduk!'
Rolüme çok pis girmiştim. Ama bu herkesi tatmin etmemişti, Necla yüzünü buruşturarak sordu:
'Salça ne be?'
'Latin dansı. Neyse.' diye geçiştirdi Berke. 'Belki de Latin kökenli, bazen erkek olduğu sanılan Necla komser bunu daha iyi anlar, değil mi Necla komser?'
'Necla komser iri yarı, yapılı, güçlü, sert bakışlı bir kadındı. Başındaki kırmızı bandanası ile ?ben bağımsızım' mesajı veriyor fakat kucağındaki kadim dostu kedisi ile ?ben bir kadınım' diyordu. Çok konuşuyordu velhasıl, bıdı bıdı, susmak bilmiyordu.' diye cevapladı Berke'yi Serdar. Necla'nın cevabı gecikmedi:
'Ekipteki erkeklerin arasında gerçekte erkek gibi davranan bir tek oydu. Hanın sahibinden canavarları bir an önce göstermesini istedi.'
'Oha!' diye itiraz ettim. 'Bir fareydi, canavar oldu, şimdi canavarlar oldu? Alyen tadına koşuyoruz? Bu hanın sahibi benim, korkuyorum?'
Furkan gülüyordu:
'Neden olmasın?'
Sonra eliyle herkesin önündeki içkiyi bitirmesini istedi. Pek istemesek de yaptık.
Bir kaç fondip sonrası, artık işler anlatılmaz hale gelmişti. Hatırladığım kadarıyla biz erkekler, bir şekilde paçayı kurtarmıştık. Fakat Feyza havalandırmanın içinde mahsur kalmıştı.
Feyza yere tükürüp, kendisinden beklenmeyecek kadar sert ve otoriter bir sesle bize bağırdı:
'Siz gidin! Ben onları oyalarım!'
Ellerimizde silahlarımızla öfke içinde birbirimize baktık. Ama kız ısrarcıydı, silahını bize doğrulttu:
'Ya gidersiniz ya da sizi ben öldürürüm. Lanet olsun dostum, sizin lanet olası derdiniz ne ha?'
Biz geri çekilmeye niyetlenirken, Melek, Necla ve Serra kafaları bir dünya olsa da beklediler. Necla hepsinin adına konuştu:
'Dostum, size erkek denilmesini sağlayan lanet olası toplarınızı alıp gidebilirsiniz! Ben özel kuvvetlere katıldım katılalı kimseyi arkamda bırakmadım, bırakmam! '
Damardan girmişti, sözleri kanımızda dolaşıyordu. Serdar, Orkun, Berke ve ben birbirimize baktık. Geri çekilmek bize yakışmazdı.
'Berke, mühimmat kontrolü!' diye son emrini verdi Serdar.
'3 cetvel, iki kokulu silgi, eee 3 makineli tüfek, sadece 2 şarjörümüz var.'
Serdar güldü:
'Ben küçükken boşalan şarjörlerin bomba olarak kullanıldığını sanırdım.'
Birbirimize baktık:
'Gazanız mübarek olsun gençler... Allah Allah Allah Allah!'
O gün, sabah başlayan ve öğleden sonrasına sarkan aşırı viskili ve kopuk anların sonunda, Furkan hariç hiçbirimiz sağ kurtulamadık. Alyenler hepimizi yemişti.
İtler!
Ama sonuçta çok güzel ve bol dublaj Türkçeli zaman geçirmiştik.
Evet, gerçek hayattaki hiçbir sorunumuzu çözememiştik. Fare hala duruyordu, çatı akıtıyor, kitap fuarı da bizsiz başlamaya niyetleniyordu.
İşin ilginç yanı Melek hiç yapmadığı kadar bana yakın olmuştu. Bir kaç dirsek haricinde, oyunun en utandırıcı anlarında bile arıza çıkarmamıştı.
Neler oluyordu böyle?