Yazarlar Evi 6 Gerçek Hayata Dönüş
İdealist Ama Hüzünlü Yazarlar Evi
Prıviyızlii on İdealist Ama Hüzünlü Yazarlar Evi:
Bir sürü başarısız ilişki, kötü iş deneyimi ve kayıplardan sonra, bir gün aniden her şeyden vazgeçmeye ve tamamen yeni bir yolda ilerlemeye karar verdim.
Bir ev dolusu yazar, sakin sessiz bir ortam, yaratıcılığı körükleyecek bir mekan.
'Arda konuşmamız lazım.' dedi Melek. Yazarlık macerasına girmemden hemen önce tanışmıştık.
'Git kendi hayal dünyanda yaşa! Ama bundan böyle beni artık yanında bulamayacaksın!'
'Son bir ayda herhangi bir şey üretmiş olanınız var mı? Öykü, deneme, şiir?'
İşte bu, bu evin ve içinde yaşayan başarısız yazarların hikayesidir.
Bir odamız hala boş, aklınızda bulunsun.
Buyrun...
Gerçek Hayata Dönüş:
Neşelenelim, keyif alalım diye sabahın köründe alkol eşliğinde başladığımız oyun, erkenden yataklara düşmemizle son bulmuştu. Hepimizin başında korkunç bir ağrı vardı, en azından benimki öyleydi. Ekşimiş bir mide, dayak yemiş gibi bir vücut.
Bunlara rağmen, sabaha karşı çalar saat sesi ile yatağımdan fırladım. Hava karanlıktı. Neredeydim ben? Hemen yanıbaşımdaki komodinin üzerindeki telefonumu aldım, herhangi bir hareketlilik göremedim. Oysa alarmın çaldığından emindim. Gözlerimi ovuşturdum, saate baktım. 4:55'i gösteriyordu.
Bu pek çok şeyi açıklıyordu.
4:55 benim kabusumdu. İstanbul'da yaşarken, bir süreliğine şehir dışındaki bir müşteriye gitmek durumunda kalmıştım. Yetişebilmek için haftada iki kez bu saatte kalkmam gerekiyordu. İş o kadar uzun sürmüş, beni zorlamış ve zihnime kazınmıştı ki, 4:55 günün en nefret ettiğim zamanı haline gelmişti. Kalkar, alelacele hazırlanır ve taksiye atlardım. Bekleyen otobüse yetişme stresi, bir kaç gün kalacağım için eşyalarımın tamamını yanıma alıp almadığım gerginliği. Sokaklarda benim gibi bir kaç ruh hastası dışında kimseler olmazdı. Her seferinde bunun son olduğunu söylerdim, işi bırakmaya karar verirdim.
Ama o gün bir türlü gelmezdi.
Evet ölesiye çalışmak, erken kalkmak, çok yorulmak, bunlar herkesin yaptığı şeylerdi. Fakat beni nedense herkesten çok etkiliyordu sanki.
Demek duyduğum, aslında alarm falan değildi. Artık nasıl içime işlemişse, çaldığını sanarak fırlamıştım. Dün gece uyumadan önce kafam bir dünya, telefonu kurcalarken, alarmın en son bu saate kurulduğunu görmüştüm. Taa o günlerden kalma bir hatıra.
Büyük ihtimalle korkularımı depreştiren de bu olmuştu.
4:55. Elimden gelse seni saatlerden çıkarırdım.
Hareketliliğim Melek'i uyandırmıştı. İki gündür bizimle kalıyordu, ama hala neden geldiğine dair net bir şey söylememişti. Bizimle birlikte yaşıyor, evdeki düzene uyuyordu. Hatta bundan zevk alıyor gibiydi. Herkesle iyi geçiniyor, sıcak ilişkiler kuruyordu. Ama iş benimle konuşmaya gelince, sürekli uzak durmaya gayret ediyordu.
Benim için 4:55 mi, yoksa Melek mi daha büyük kabustu? Bilmiyordum. Peki Melek'i görmek kabuslarımdan biri ise, neden onun hayatımdan çıkması ihtimali beni korkutuyordu? Oysa daha bir kaç gün önce bunu pekala kabullenmiş, sıkıntımı içime gömmüştüm. Kız sanki bunu biliyormuş gibi gelip, kendisini bana tekrar hatırlatmıştı.
Neden?
Uykulu bir sesle sordu:
'İyi misin?'
Sesimi çıkarmadım. Bir süre gözlerimi karşı duvardaki, nicedir yarasaya benzettiğim lekeye dikip öylece bekledim. Sonra cesaretimi topladım:
'Neden buradasın?'
Bu kez o cevap vermedi.
Ödüllü sanat filmlerindeki arızalı çiftlere dönmüştük. Cevap vermemeler, iki cümle arasına 1-2 dakika süre koymalar. Bu halimiz bana gerçek gibi görünmüyordu.
Sıkılıp ayağa kalktım. Tuvalete gidecektim, bari uyanmam bir işe yarasındı. Sendeleyerek yürüdüm. Odadan çıkmak üzereyken sesini duydum:
'Daha ne kadar başarısız olacaksın? Hı? Bu boş hayalinden vazgeçmek için?'
'Bilmem. Henüz yeterince olamadım herhalde.'
'Çöplerden ekmek toplamak? Şarapçı olup sokaklara düşmek?'
Güldüm. Annem gibi konuşuyordu. Gerçi hakkı yok değildi, bu gidişle sonum bundan farklı olmayacaktı. Fakat kuyruğu dik tutmaya kararlıydım.
'Yalnız kalacaksın, kimseler yanında olmayacak. Yaşın da ilerliyor, sağlığını da kaybedeceksin yavaş yavaş.'
'Sigortam da yok?'
'Özel sağlık sigortan yoktur kesin.'
Değil özel, genel sağlık sigortam bile yoktu.
'Şimdi hayatında olan herkes bir şekilde çekip gidecek. O iri adam, şişman kız, ufaklık. Bunlar ne kadar süre yanında olacaklar sanıyorsun?'
Başımı iki yana salladım:
'Bilmiyorum.'
Bilmiyordum ama şunu kesinlikle anlamıştım: Melek 4:55 kabusundan çok daha beterdi. Gecenin bir yarısında vicdanım olup dile gelmiş, bir sağdan bir soldan vuruyordu.
Bu sırada Melek de ayağa kalkmış, pencereye doğru yönelmişti. Başını pervaza dayayarak, yavaş yavaş aydınlanan bahçeye bakıyordu. Durumumuz buna müsait olmasa da, elimde olmadan bu duruşunun ne kadar klişeleşmiş olduğunu düşündüm. Acaba filmlerde sık sık gördüğü bu sahneyi bilerek mi canlandırıyordu? Yoksa içinden farkında olmadan böyle yapmak mı geliyordu?
Konu Melek olunca insan hiçbir şeyden emin olamıyordu işte.
'Buraya gelirken aklımda pek çok şey vardı.' diye mırıldandı. 'Eski iş yerini arayıp sana cazip bir teklifte bulunmalarını rica etmek, yayınevinle bağlantı kurup basılmaya hazırlanan kitabın varsa sabote etmek. Hatta bir punduna getirip seni korumasız bir şekilde yatağa atmak, sonra da hamile kaldığımı söylemek. Buna bile niyetliydim.'
Tepki göstermeden dinliyordum.
'Artık bunların işe yaramayacağını görüyorum. Zaten benim aradığım erkek sen değilsin, artık değilsin.'
Kendisi bunun henüz farkında değildi ama Melek'in, aradığı erkekte hep bir başarı hayaline ihtiyacı vardı. Yazarlık yoluna ilk girdiğimde başarılı olma ihtimalim, beni desteklemesini sağlamıştı. Ama işlerin bu kadar kolay olmadığını görmesi, onu uzaklaştırmıştı. O andan itibaren benimle birlikte olması tamamen alışkanlıktandı, başka bir şeyden değil.
Onun ilgisini çekecek erkeğin, hayatında hep hedefleri olmalıydı. Evet benim de hedeflerim vardı. Ama benimkiler şu an çok uzak, çok gerçek dışıydılar. Oysa onun daha gerçek hedeflere ihtiyacı vardı. Ulaşılabilir, ölçülebilir hedeflere. Bunlar sürekli yenilenmeli, heyecan taze tutulmalıydı. Melek'in ilgisi ancak bu şekilde canlı kalabilirdi. Bunu da ona benim veremeyeceğim açıktı.
Melek her ne kadar aksini iddia etse de, pek çok benzeri gibi şehir hayatına sıkışıp kalmıştı. Aslında kendisine ait olmayan hayallere sahipmiş gibi davranan bir iş insanıydı. Emekli olunca bir sahil kasabasına yerleşmek, butik otel ya da restoran işletmek, sebze meyve yetiştirmek. İşten zaman bulabilirse sanatsal bir hobi edinmek. Oysa bunlar fantezi bile değildi, sadece klişe sancılardı, o kadar. Onun gerçek ihtiyaçları, daha çok airbag'i olan araba, işte daha iyi bir pozisyon, kullandığı cep telefonunun yeni modeli, bilmemne inşaat şirketinin yeni evlerinden lüks bir daire gibi somut, maddi değerlerdi.
Melek hakkında bu yargılara varırken, ister istemez kim olduğumu düşündüm. Hangi sıfatla bu şekilde bir değerlendirme yapıyordum? Ben Melek'ten üstün müydüm yani? Sadece daha gerçek dışı bir hayalim ve peşinden gidecek cesaretim olduğu için mi? Bu durumda benimkinden daha uçuk bir hayalin peşinde koşan insan da benden daha mı iyi oluyordu?
Daha iyi ya da daha kötü insan diye bir şey var mıydı? Daha değerli?
Peki ya bu cesaret miydi acaba? Yoksa hayatın gerçeklerinden kaçışımı, hayallerimin peşinden koşmak olarak mı yutturuyordum?
Sorular, sorular...
En azından, sebeplerini henüz göremese de, benim onun için doğru insan olmadığım sonucuna ulaşabilmesi, Melek için iyiydi. Bu onun daha az acı çekmesine sebep olacaktı. Gerçi iç huzuruna kavuşamayacaktı, ama kendisini buna yakın hissedecekti.
En azından bir süreliğine.
Yanıma gelip elimi tuttu, beni yatağa çekti:
'Şimdi uyuyalım artık.'
'Sabah otobüsü arayıp, biletini değiştiririm.'
Elini yüzüme koyup yanağımı okşadı. Yüzünde acı bir gülümseme vardı:
'Sabah burada olmayacağım.'
Bir şey söylemedim.
Gerçek hayata dönmüştüm işte.