Yazarlar Evi 7 Buonasera

İdealist Ama Hüzünlü Yazarlar Evi

Prıviyızlii on İdealist Ama Hüzünlü Yazarlar Evi:

Bir sürü başarısız ilişki, kötü iş deneyimi ve kayıplardan sonra, bir gün aniden her şeyden vazgeçmeye ve tamamen yeni bir yolda ilerlemeye karar verdim.

Bir ev dolusu yazar, sakin sessiz bir ortam, yaratıcılığı körükleyecek bir mekan.

'Son bir ayda herhangi bir şey üretmiş olanınız var mı? Öykü, deneme, şiir?'

'Arda konuşmamız lazım.' dedi Melek. Yazarlık macerasına girmemden hemen önce tanışmıştık.

Melek her ne kadar aksini iddia etse de, pek çok benzeri gibi şehir hayatına sıkışıp kalmıştı.

Onun ilgisini çekecek erkeğin, hayatında hep hedefleri olmalıydı.

Elini yüzüme koyup yanağımı okşadı. Yüzünde acı bir gülümseme vardı:

'Sabah burada olmayacağım.'

İşte bu, bu evin ve içinde yaşayan başarısız yazarların hikayesidir.

Bir odamız hala boş, aklınızda bulunsun.

Buyrun...


Buonasera:

Sabah kalktığımda Melek gerçekten de gitmişti. Sanki hiç gelmemiş gibi, sanki hiç burada olmamış gibi. Yatağın kendi yattığı kısmını bile düzeltmişti.

Havanın soğuk olduğunu ve üşüdüğümü o an fark ettim. Burnumu çekip aşağı indim. Saat daha çok erkendi, ortalıkta kimseler yoktu. Mutfağa yürüdüm. Isıtıcıya su koyup düğmesine bastım. Dolapları bir tanecik poşet çay bulma umuduyla karıştırdım. Ama ekip çekirge sürüsü gibi saldırmış, her şeyi bitirmişti. Bir an hayal kırıklığı içinde donup kalsam da, sonra özel zulam aklıma geldi. Zor günlerde kullanmak üzere bir kaç poşeti dolabın ücra bir köşesine tıkıştırmıştım.

Sessizlik, sakinlik.

Melek'in bahsettiği yalnızlık böyle bir şey olmalıydı. Belki de bir kaç sene sonra hayatım tamamen bundan ibaret olacaktı. Hiç çalmayan bir telefon, reklam dışında bir şey gelmeyen elektronik posta kutusu. Kendimi kaşla göz arasında 'Bilmem nerenizi büyütün' başlıklı postalara cevap yazarken bulacaktım belki de.

Su kaynarken ben de çaylardan birini alıp bardağa koydum. O sırada tezgahın üstüne çıkıp meraklı gözlerle beni süzen Aşüfte'yi gördüm.

Kedi, yalnız yaşlı kadınların sembolüydü. Yalnız erkekler pek kedilerle haşır neşir olmazlardı. Bu yüzden mutluydum. Kaynar suyu bardağa koyarken laf atmaktan geri kalmadım:

'Schrödinger'in Aşüftesi. N'abıyon?'

Bir şey yemek ya da içmek üzere olduğumu anlamıştı. Pek adeti olmadığı halde miyavlayarak yaklaştı. Niyeti belliydi, gözleri bardaktaydı. Çayı karıştırırken söylendim:

'Bu bardakta yiyecek bir şey olabilir ama olmayabilir de. Şanslar yüzde elliye elli. Paradoksal bir durum yani. Ama senin yeme şansın kaç biliyor musun?'

Kediye döndüm, sanki kendi sorumu cevaplamamı bekler gibi bakıyordu:

'Sıfır anam. Hadi yaylan.'

Cevabım onu memnun etmemişti.

'Ne o? Beğenmedin mi? Bunu sevmediysen bir de Heisenberg'in Teorisi'ni bekle. Parçacığın delta t anında nerede olduğu belirsiz, ama belirsiz olmayan, kesin şeyler de var. Senin bir parça bile yemek yiyemeyeceğin gibi.'

Sabahın köründe mutfakta kedinin biriyle teorik fizik göndermeleri yaparak atışıyordum.

Yalnız kalma belirtileri göstermeye başlamıştım galiba.

Aşüfte tıslayıp uzaklaşırken, Feyza'yı gördüm. Aramızda en erken kalkanımız oydu. Sabah namazlarını pek aksatmazdı. Sonra da tekrar uyumak yerine, kalkıp işe güce dalardı. Çok ender durumlar haricinde, bu düzeninden asla ödün vermiyordu. Herhalde gönülden inanmak böyle bir şeydi. Pek bilmiyordum, çünkü hayatım boyunca böyle bir şeyi hiç hissetmemiştim.

Kız gelip mutfaktaki yüksek sandalyelerden birine oturdu.

'Günaydın. Çay mı içiyorsun? Bitti sanıyordum.'

'Sorma. Bitmiş zaten. Markete gitmek lazım.'

Kısa bir sessizlik oldu. Ben poşeti çıkarıp kaşığa sarıp sıkmakla meşgul olduğum için fark etmemiştim, ama Feyza sıkıntılıydı. Suratı asıktı.

'Hayırdır? Bir şey mi oldu?' diye sordum.

'Sana bir şey söylemem lazım.'

İçini çektiğine göre konu ciddiydi. Ben sanki hiç derdim yokmuş gibi ona yaklaştım. Üzüntülerimi başkasının dertleri ile bastırmak her zaman işe yarardı.

'Kira konusunda. Biliyorsun, iki aydır ödeyemiyorum.'

'Evet, ama sorun değil. İdare ederiz seni, ne olacak?'

Tekrar içini çekti. Önündeki peçeteyle oynuyordu:

'Öyle değil. Hiç param kalmadı.'

'Yeni bir haber değil. Hatta sana özel de değil, hepimizin sorunu o.' diye teselli etmeye çalıştım. Gerçekten de bu bilinen, epeydir var olan bir sorundu. Aramızda Feyza'dan çok daha uzun süredir kirasını ödeyemeyenlerimiz vardı. Kızın kendini neden özellikle şimdi bu kadar rahatsız hissettiğini anlamamıştım.

'Bu iş olmuyor. Fuara katılamıyorum, kitap olmadı. Yaşayacak param kalmadı. Artık pes etmenin zamanı geldi galiba.'

Koşullar birimizi daha aramızdan ayırıyordu. İçimden bir küfür geçirerek elimdeki fincanı kıza uzattım. İtiraz etmeden aldı, bir yudum içti, sonra yüzünü buruşturdu:

'Şeker atmışsın buna, istemem.'

Az daha 'g*tümün kenarı!' diye cevabı yapıştırıyordum. İyi ki yapmamıştım, yutkundum. Fincanı geri aldım, ben içerdim onu.

'Ne yapacaksın peki? Gidecek misin?'

Başını salladı:

'Bizimkilerin yanına döneceğim. Öğretmenlik ya da bir şeyler bulurum orada.'

'Valla sen bilirsin. Ama biz seni biraz daha idare ederiz, istersen acele etme.'

Bir şeyler söylemeye hazırlanıyordu ki, merdivenlerden koşarak inen ve evi kökünden sallayan Necla, konuşmamızı böldü. Tam o sırada kapı çaldı. Ne olup bittiğini anlayamamıştım, şaşkınlıkla onu izliyordum. Kız kan ter içinde bize eliyle selam vererek kapıya koştu:

'Hoşgeldiniiiz!'

Merakla başımı uzattım. Kapıda üç kadın vardı. Necla onları içeri buyur edip salona oturttuktan sonra, telaşla yanıma geldi. Beni mutfağın köşesine çekti:

'Sana dün söyleyecektim ama unuttum.'

'Hayırdır? Alacaklıların mı bastı?'

'Bunlar müşteri.'

'Ne müşterisi?'

'Ben kuaförlüğe başladım tekrar.'

'Ney?'

Bu duyduğum en ilginç haberdi. Necla'nın asıl mesleğinin bu olduğunu biliyordum. Fakat şimdiye dek işine geri döneceğine dair en ufak işaret vermemişti. Üstelik bizim evde. Burada mesleğini nasıl yapacaktı ki?

'Boş odayı toparladım dün.' diye açıkladı. 'Şimdilik sadece manikür pedikür falan. Yarım günümü alacak şekilde.'

'Müşterileri nereden buldun?'

'Gülhaniye'de kışın kuaför kıtlığı varmış. Kadınlar memnun değilmiş. Ben de bu boşluğu doldurayım dedim. Hem ek gelir olur.'

Kulağa güzel geliyordu. Feyza'ya 'bak da örnek al' dercesine kaş göz yaptım. Ama Necla'nın asıl diyeceği başkaydı. Beni, dikkatimi ona vermemi sağlamak için sertçe dürttü:

'Ah!'

'Müşteriler varken ortalıkta dolanmayacaksınız. Hiç kimse bir sürü kıllı, pis herifin gezindiği eve böyle mahrem ihtiyaçları için gelmez.'

Kolumu sıyırıp baktım. O kadar da kıllı değildim bence. Pis de değildim.

'Nereye gidelim ki? Kendi evimizden kovulduk, iyi mi?'

Necla dönüp uzaklaşırken bana baktı. Eliyle salondakilerin görmeyeceği şekilde para işareti yaptı.

Mesajı almıştım.

Aceleyle toparlandım. Zaten markete gitmem gerekiyordu. Üstümdekiler Gülhaniye'ye gitmek için çok da kötü değillerdi. Kıyafet değiştirmek için odama gidip, müşterilerimizi tedirgin etmeye lüzum görmedim.

Mutfaktan çıkarken Feyza'yı hatırladım, döndüm:

'Sakın acele etme. Yazmana bak, bol bol yaz.'

Benim dememle olacaktı sanki.

Her ne olursa olsun, vicdanım biraz rahatlamıştı.

Buraların en büyük marketi olduğu halde, büyük şehirlerdekinin anca onda biri genişliğindeki dükkanda gezinirken, aklımda hala Feyza vardı. Evden ayrılmasını bir şekilde engellemeliydim. Hayat şartlarının bir insanın daha hayallerini yerle bir etmesine izin veremezdim.

Ama elimden ne gelirdi ki?

Hayat şartları demişken, bunlar sadece Feyza için geçerli değildi elbette. Daracık rafların arasında gezerken, fiyatlar karşısında söyleyecek söz bulamıyordum. Kaliteli ürünler pahalıydı. Ucuz olanlar ise para harcamaya değmeyecek kadar kötüydü. Orta yolu nasıl bulacaktım?

Marketin alanı çok geniş olmadığı için her şeyi daracık bir bölgeye sıkıştırmışlardı. Rafların arasında ancak bir market arabasının geçeceği kadar boşluk vardı. Böyle olunca, raflara sanki ürünler bedava dağıtılıyormuş gibi hücum eden teyzelerle aramda sert bir rekabet yaşanıyordu.

Ya ben çok formdan düşmüştüm ya da teyzeler gizli bir yerde vücut çalışıyorlardı, bilmiyorum. Ama rafların arasında yaşadığım omuz omuza mücadeleyi, en sert halı saha maçlarında bile görmemiştim. Aldığım darbelerin haddi hesabı yoktu ve teyzelerin 'centilmenlik' diye bir şeyden haberlerinin olmadığı belliydi. Adeta arenada hayatları için dövüşen gladyatörler gibi acımasız, kararlı ve vahşiydiler. Yediğim omuzlar yüzünden iki kilo domatesi torbaya dolduramıyordum. Sebzelerin tartıldığı yerin önündeki sırada yaşananları ise kelimelere dökmem mümkün değildi.

Marketlerde alışveriş yapan teyzelerden daha vahşi bir insan türü olmadığından artık emin olmuştum.

O sırada arkamdan gelen tanıdık bir sesle irkildim:

'Arda Bey? Nasılsınız?'

Bu mimarlık ofisinde çalışan kızdı. Arkamdan yaklaşıp beni şaşırtmayı adet edinmişti.

'Merhaba...'

Eyvah. Kızın adını gene unutmuştum. Neydi bunun ismi?

Bozuntuya vermedim elbette:

'Merhaba. İyiyim. Siz?'

'İyiyim, bir kaç şey almaya geldim de ofise. Sabah arkadaşınızı gördüm, terminalin orada.'

Melek'i kastediyordu.

'Evet, bu sabah gitti.'

'Üzgün görünüyordu.' dedi kız. Sorgular bakışlarını bana dikmişti. İçimden gelmese de bir şey söylemem gerekiyordu:

'İlişkimizi bitirdik.' dedim.

'Çok üzüldüm. İyi misiniz peki?'

Tabii ki iyiydim. Markete zil almaya gelmiştim zaten, onları takıp oynayacaktım.

Nasıl iyi olabilirdim ki?

Ben üstüme doğru hücuma kalkan bir teyzeden çevik bir hareketle sıyrılırken, kız konuşmaya devam etti:

'Bir ara size geleceğim. Hem çatı için, hem de arkadaşınız... Neydi, Necla mıydı ismi? Onu ziyarete.'

'Aa, evet. Necla, doğru.'

Kızın şöhreti nasıl da yayılmıştı böyle?

'Bizim kuaförden pek memnun değildik, çok iyi oldu.'

'Öyle mi?'

'Burası gibi küçük yerlerde işini iyi yapan insan bulmak zor oluyor. Kuaförümüz de maalesef böyle biraz. Hem aksi, hem geçimsiz, dedikoducu, hem işini baştan savma yapıyor. Ucundan kes diyoruz, kedi kuyruğu gibi çıkartıyor saçı.'

'Necla iyidir.' dedim.

Kızın işini nasıl yaptığı hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu.

'Sadece kuaför değil ki. Marketin hali ortada işte. Dil öğrenmek istiyorum ben mesela. Ama doğru düzgün kurs yok. Bekle de yaz gelsin, turistler gelince en azından konuşacak birileri oluyor. Siz büyük şehirden geldiniz, daha çok sıkıntı çekiyorsunuzdur.'

Hayır, sıkıntısını çekmiyordum.

Belki gladyatör teyzeler hariç, tamam.

'Fırsat bulursam ayrılacağım zaten buradan. Burası beni boğuyor.'

İşte küçük yerde yaşayıp, büyük şehire kapağı atmak isteyen biri daha. Köprü trafiğinde üç saat harca da, kursun kralıyla tanış.

Bu sırada kız, konuşmaya devam ediyordu:

'Aslında doğru düzgün hoca bulsam, Osmanlıca da öğrenmek istiyorum ben. Ebru falan.'

Osmanlıca mı? Gözlerimi fal taşı gibi açarak kıza baktım. Feyza memleketinde bir süre Osmanlıca dersleri vermişti.

Kız ona böyle delirmiş gibi bakmamdan rahatsız olmuş olacak ki, biraz geri çekilip sordu:

'Bir şey mi var?'

Gülümsedim. Gerçi kızın adını hala hatırlamıyordum ama olsundu:

'Ebruyu bilmem ama galiba size Osmanlıca dersi verecek birini tanıyorum.'

'Ciddi misiniz?'

'Hem de çok ciddiyim, Serra Hanım.'

Heyt! İşte hatırlamıştım. Serra idi elbette, buona serra.

Şimdilik bu kelime oyununu dile getirecek samimiyetimiz yoktu. Ama belki ileride o da olacaktı. Bir taşla iki kuş vuracak, hem Feyza'ya gelir sağlayacak, hem de Bonaserra'nın bize daha sık gelmesini garantileyecektim.

Hayat güzeldi.

Artık omuz atan acımasız teyzeler bile gözüme bir hoş görünüyordu.

14 Aralık 2012 11-12 dakika 14 öyküsü var.
Yorumlar