Yedi İhtiyar 1
Not: Bu roman çalışmamın bir kısmını daha önce "Kul" ismiyle sitemizde yayınlamıştım. Tamamlanmış hali ilk baştaki halinden farklı olduğu için yeni bir isimle bölüm bölüm tamamını yayınlamak istiyorum.
Yertepsi...
Milyonlarca yıldızdan oluşan bir galaksinin içinde kendi halinde bir güneş sistemine ait mütevazi bir gezegen milyarlarca canlıya ve milyonlarca insana barınaklık görevini yerine getirmekteydi. Bu milyonlarca insanın Tahsan dilinde konuşan bir kısmı üzerlerinde yaşadıkları gezegeni Toyra veya halk arasındaki deyimiyle Yertepsi olarak adlandırdılar. Güneşin Tahsan Devleti üzerinde hiçbir yeri aydınlatmadığı bir vakitte güneşten çıkan ışınların bir kısmı on dakikalık bir yolculuktan sonra Toyra gezegenine ait iki uydudan yakın olanına ve oradan da saniyeler içinde Tahsan üzerine ulaştı. Büyük Ormanda çok da yüksek olmayan bir tepenin zirvesinde bir kaya üzerinde iri bir kurt oluşan bu dolunay manzarasının verdiği ilhamla bir beste tutturdu. Yakın uyduya göre daha büyük olan uzak uydunun o geceki konumu, kendisine gelen ışınların Tahsan'dan bakan birine göre sol tarafa düşenlerinin diğer uydu, sağ tarafa düşenlerinin ise Toyra tarafından engellenmesine neden olmuştu.
İşte sahile yüz metre kadar mesafede, yer yer yükselen, yer yer alçalıp sahille buluşan ve kıyı boyunca kilometrelerce uzayan bir yamacın en hoş noktasında yaklaşık elli metre rakımlı saraycığın geniş balkonunda, bir gökyüzündeki Büyük ve Küçük aylara, bir de onların Doğu Denizi üzerinde oluşturdukları muhteşem görüntüye bakan Orel'in o gece Küçük ayın sadece ortasını aydınlık görmesinin sebebi buydu. Küçük Ay'ın aslında Büyük Ay'dan daha büyük olduğunu bilemezdi elbette. Tıpkı ayların ışıklarının güneşten geldiğini bilmediği gibi. Neticede o yakın uyduyu daha büyük görüyordu ve ışıklar aylardan geliyordu.
İri kurt kayadan inerek diğer dört arkadaşına katıldı. Dev ağaçlar arasında olası bir avı ürkütmemek amacıyla sessizce ilerlemeye başladılar. Bir müddet sonra durdu iri kurt. Bir ses duymuştu. Diğer dört kurt da duymuştu sesi. Sekiz adet kırmızı göz reisin kırmızı gözlerine baktı ve beklenen direktif geldi. Adımlar hızlandı ve sessizce ava yaklaşılmaya başlandı. Ağaçlar arasında bir müddet süren yolculuk iki yanı ay ışığında parlayan kırmızı gece gülleri ile sınırlanmış kilometrelerce uzunluğunda saltanat yolunun bir noktasında son buldu. Dört kurt seri hareketlerle avın muhtemel kaçış istikametlerine konuşlandıktan sonra reis kurt ağzı salyalı bir şekilde avın önüne atladı. Fakat hayır. Gördükleri insana saldıramazlardı. Mahcup bir edayla başını eğdi reis kurt ve diğer kurtlarla birlikte birkaç adım geri gidip arka ayakları üstünde oturdu. Kısa bir süre sonra destur alan kurtlar başka bir avın izini sürmek amacıyla oradan ayrıldılar.
O sırada aşağıda olanlardan habersiz dev bir gece kartalı yüzlerce metre yukarıda süzülmekteydi. İki uydulu bu gezegende hiçbir gece zifiri karanlık olmazdı, ama bir mehtaplı bu gece iki mehtaplı geceler kadar olmasa da kesinlikle aydınlık gecelerden biri olarak değerlendirilebilirdi. Çok daha karanlık gecelerde yerde koşan bir ceylanı görebilen bir gece kartalı için böyle bir gecede av bulmak çok zor olmayacaktı. Bir kanadı iki metreye varan gece kartalının pençelerinin kaldıramayacağı hayvan sayılıydı. Ormanın üzerinde süzülürken ağaçlar arasındaki boşluklarda av arayan keskin gözleri biraz ileride bulunan bir sarayın balkonun denizliğinde oturan bir çocuğa takıldı. Saray üzerinde bir müddet süzüldü. Genelde hiçbir gece kartalı insanlara saldırmaz, fakat insanlara saldırmayan bu gece kartallarından hiçbiri de bu büyüklükte bir insana av dışında bir nazarla bakmazdı. Gece kartalı biraz alçaldı, sonra biraz daha. Bir tehlike hissetmediği bir anda hızla avına doğru süzülmeye başladı. Çok yaklaşmıştı ki boğazına saplanan bir okla kanlar içinde yere serildi.
Orel hafif sallanan salıncak kanepesinden fırlayarak balkonun kenarında oturan torununu sağ eliyle tuttu. Arkasından gelen sesle ürken zavallı çocuk geriye döndüğünde dev bir gece kartalını boğazına saplı bir okla görünce yüreği ağzına gelmiş ve balkondan düşeyazmıştı. Orel torununu yanına aldı, su içirdi. Başını okşarken gülümsemesi bir nebze rahatlatmıştı Omre'yi. Geniş balkonda geniş bir salıncakta birlikte hafif hafif sallanıp hiçbir şey olmamış gibi geceyi yudumlamaya devam ettiler. Elbette saraycığın bahçesinde nöbette bulunan askerlerden hangisi o gece kartalını yere sermeyi başarmışsa sabahleyin ödüllendirilecekti.
O sırada balkona gelen Sareye olanlardan habersiz salıncakta torunu ile birlikte denizi seyreden efendisi Orel'in kadehini boş görünce saygıyla yaklaştı, salıncak kanepenin hemen yanındaki işlemeli geniş sehpanın üzerinden sürahiyi aldı, Orel'in önündeki sehpanın yanına ağır adımlarla gelerek diz çöktü ve boş kadehi saka ile doldurdu. Tekrar ayağa kalktı, yine ağır adımlarla önce sürahiyi yerine koydu ve sonra salıncağın gerisindeki minderi üzerine oturup beklemeye başladı. Adımlarına çok dikkat etmiş ama yine de Noralya işi işlemeli terliklerinin Doğu denizi dalga seslerine galip gelmesine engel olamamıştı. Bu her defasında aynı derecede utandırıyordu Sareye'yi. Önceleri sırf bu yüzden balkon servisini yalın ayak yapmaktaydı. Bir gece tamamen taş olan zemine basan çıplak ayakları gören Orel onu azarlamış ve bir daha böyle bir hatayı tekrarlamamasını istemişti. İyi bir cariyeydi Noralyalı genç Sareye. Orel çok severdi onu. Daha on yaşlarındayken anne ve babası bir savaşta Morangizliler tarafından öldürülünce yetim kalmış, Tahsanlı esir tüccarları tarafından kaçırılmış, Tahsanin esir pazarında satılığa çıkarılmış ve o gün onu satın alan Orel'e on yıl boyunca hizmet etmişti. Sareye de efendisini severdi. Nazik biriydi Orel. Sareye'ye o güne kadar bir tokat atmadığı gibi ağır bir söz de söylememişti.
Bir yetmiş boyundaki Orel bedenine oranla oldukça büyük sayılabilecek nasırlaşmış sağ eliyle önüne konan kadehi aldı ve o mutlu anı bir kez daha yudumladı. Saka yertepsi üzerinde bulunan tüm meyvelerin sularının hassas oranlarda karıştırılmasıyla elde edilmiş alkolsüz bir kokteyldi ve haliyle saka içmek sadece saygın bir zümreye has bir özellikti. Yalnız Orel'in saka sevgisi başkaydı. Her yudumda tüm meyveleri ayrı ayrı tadardı. Onu saka içerken gören kim olursa olsun o sakadan bir yudum almak isterdi. İki yudum arasındaki zaman aralığı epey uzun olmasına rağmen kadeh bir kez sehpadan kalktıktan sonra ancak tamamen boşalınca tekrar sehpaya uğrardı. Yalnız bu gece durum farklıydı. Bu gece o elin kadeh tutmaktan daha önemli bir işi vardı. Omre'nin başını sık sık okşamak. Savaşta sol kolunu kaybeden Orel'in tek eli vardı zira.
Halden anlayan biriydi Orel. Sareye'yi daha fazla bekletmenin bir anlamı yoktu:
'Sareye, kızım sen git yat. Biz dede torun daha çok uzun konuşuruz. Sen dayanamazsın. Hadi iyi uykular.'
'Peki efendim.'
Sareye minderden doğruldu, başı yerde ağır adımlarla balkonu terk etti. Bu arada kendisine gülümseyerek el sallayan Omre'ye baş hareketiyle mukabelede bulundu. Üçüncü katta bulunan saraycık balkonunun kapısı büyük salona açılıyordu. Hızlı adımlarla salonu geçti. Birinci kattaydı odası, yani sarayın giriş katında. Aslında tüm cariyeler aynı kattaydılar. Sarayın ana giriş kapısının hemen solunda bulunan büyük bir kapının açıldığı geniş ve uzun koridor boyunca dizilmiş odacıklarda kalıyorlardı. Orel her bir cariye için ayrı oda tahsis edilmesini istemişti.
Orel torununun omuzlarına kadar uzayan siyah saçlarını bir kez daha şefkatle okşadı. Tahsan erkeklerinin karakteristik özelliği siyah saçlı ve beyaz tenli olmalarıydı ve Omre bu tipin güzel bir örneğini sergiliyordu. Saçları omuzlara kadar kesmek ise son yıllarda moda olmuştu. Bu yeni adetlere bir anlam veremiyordu Orel. Kahverengi başlığının altında tek tük kalan kısa saçlarını düşününce genç bir insanın bele kadar uzatıp yeldire yeldire gezmek varken o güzelim saçları omuzlara kadar kesmesine bir anlam veremiyordu. Kızlar arasında bile saçlarını kesenler vardı. Uzağa girmeye gerek yoktu. Sareye bile o güzelim Noralyalı koyu mavi dalgalı saçlarını omuzlarından bir karış aşağısına kadar kesmişti.
İri açık mavi gözlerini ise Forancıklı annesinden almıştı Omre. Zaten oğlu Musta ile evlenmeyi kabul edecek bir kızı Tahsan ülkesinde bulmak zor olurdu. Forancık halkının saçma fikirlere daha bir hoş görülü yaklaştıkları Toyra'da herkes tarafından bilinen bir gerçekti. Musta'ya gülmek bir yana ona gerçek anlamda aşık bir eşti Aseye.
Ne iyi etmişti Musta. Yıllarca Tahsanin'de yaşadıktan sonra nihayet bu gün inadından vazgeçmiş ve ailesi ile birlikte saraycığa yerleşmeye karar vermişti. Bu kararda gelinin katkısının büyük olduğu aşikardı.
Omre için dedesi tam bir kahramandı. Gerçi kimin için değildi ki. Tahsan'da kime sorarsanız herkes bilirdi meşhur Mağaralı Tepe Savaşı'nın galibi meşhur komutan Orel'i. Koskoca Morangiz devletinin zalim komutanı Halagi'yi dize getiren kahramanı. Tahsan devleti tarihinin en kısa, en zayıf, fakat en güçlü ve en dahi başkomutanını. Artık on yaşındaydı Omre. Bazı şeyleri anlamaya başlamıştı ve en önemlisi anladığı şeylerden çok daha fazlasını merak ediyor, öğrenmek istiyordu. Soracağı çok soru vardı dedesine.
'Dede size bir soru sorabilir miyim?'
'Elbette sorabilirsin oğlum ama önce bir şartım var.'
Omre böyle bir cevap beklemiyordu.
'Nedir o şart dede?'
'Bana sen diyeceksin, siz değil. Ne o resmiyet öyle?'
'Peki dede. O zaman soruyorum.'
'Sor bakalım.'
'Dede, sen hiç burakçıl gördün mü?'
Böyle bir soru ancak bir çocuk tarafından sorulabilirdi zaten. Orel'in Mağaralı Tepe Savaşını kazanmasını bu kadar önemli kılan şey karşı orduda bir sürü burakçıl olmasıydı sonuçta, ama Omre'nin bunu o yaşta algılaması zordu elbette.
'Gördüm oğlum, görmez miyim. O Halagi denen zalim komutanın ve yanındaki birçok askerin burakçılları vardı.'
'Gerçekten kuş gibi uçabiliyorlar mı bu burakçıllar?'
'Eh, hangi kuşu sorduğuna bağlı ama uçabiliyorlar tabi.'
'Bir kartal kadar uçabilir mi mesela?'
'Kartal kadar hızlı uçamasa da kartalın çıktığı yüksekliğe yakın bir yüksekliğe kadar çıkabilir.'
'Vay canına. Peki dede onlar da bizim burakçalar gibi kanatlı at değil mi sonuçta?'
'Evet oğlum, görünüşleri aynı.'
'Peki bizimkiler niye uçamıyorlar?'
Orel kahkahayı patlattı ve torununun sorusunu esprili bir şekilde cevapladı
'Niye öyle diyorsun ki oğlum? Bizimkiler de uçuyorlar ki?'
'Bırak dede ya, ona uçma mı denir Allah'ını seversen. En fazla üç metre havalanıp on metre uçmaya uçma mı denir?'
'Ne denir?'
'Ya dede alay etme ama.'
'Tamam tamam haklısın. Ona uçmak denmez.'
Orel sakadan bir yudum aldı ve torununun sorusunu cevaplamaya çalıştı. Aslında bu konuda sağlam bir bilgisi yoktu. Bilgisi olan birini de duymamıştı. Mecburen söylentilere sığındı
'Nereden bileyim oğlum. Aslında rivayete göre eskiden hepsi uçuyormuş. İnsanlar yakaladıklarını kaçmasın diye ahırlara hapsetmiş. Onların yavrularını da. Sonra yavrular büyüyünce dışarı çıkarmışlar, uçurmaya çalışmışlar ama nafile. Uçmaya alışkın olmayan kanatlar o koca gövdeyi kaldıramamış.'
'Peki ya Morangizlerin burakçılları, onlar nasıl uçuyor.'
'Bak işte bunun cevabını bilseydim ben de aynı şeyi yapardım. Zannederim o uçan ada...'
O sırada balkon kapısı açıldı ve Omre'nin annesi Aseye elinde bir hırka ile göründü.
'Hoş geldin Aseye kızım.'
'Hoş buldum baba. Hava biraz serinledi sanki. Omre üşür diye hırka getirdim.'
'Üşümüyorum anne.'
'Yo yo, giy oğlum. Annen doğru söylüyor bak; ben de yeni fark ettim, rüzgar esmeye başlamış.'
Aseye dokuma hırkayı Omre'ye giydirdi.
'Ne de güzel bir hırkaymış böyle gelin.'
'Oğlum için Sareye ablası dokumuş dedesi. Çok yakıştı değil mi.'
'Çok, çok.'
'Neyse ben gideyim. Siz dede torun sohbetinize devam edin.'
Aseye uzaklaşınca Omre uzun zamandır düşündüğü bir şey o an aklına gelmişçesine heyecanla
'Dede Yertepsi nasıl bir şey?' diye sordu.
'Söyledin işte oğlum. Büyük, yuvarlak bir tepsi gibi. Üzerinde iki büyük kara parçası var, Kuzey Kıtası ve Güney Kıtası.'
'Biz Kuzey kıtasındayız değil mi?'
'Kuzey Kıtasındayız oğlum.'
'Güney Kıtasının hepsi gerçekten de Morangizlerin mi?'
'Evet oğlum. Hatta Kuzey Kıtasının güney kısımları da maalesef onların.'
'Nasıl, gerçekten mi? Bunu bilmiyordum.'
'Evet oğlum onların.'
'Peki daha başka neler var yertepside, anlatsana dede?'
'Anlatayım oğlum. Kuzey Kıtası ile Güney Kıtası bir boğazla ayrılır.'
'Duydum, babam söylemişti.'
'Allah Allah, baban böyle şeyleri de söyler mi? Neyse... İşte Kuzey Kıtasının boğaza yakın olan yerleri de Morangizlerin.'
Gerçekten de Toyra gezegeninde uzunca bir boğazla ayrılan iki kıta bulunmaktaydı. Bu boğaz aynı zamanda Doğu Denizi ile Batı Denizini de birbirine bağlıyordu. Güneyde bulunan ve yüzölçümü kuzeyde bulunan kıtadan biraz az olan Güney Kıtasının tamamını elinde bulunduran Morangiz İmparatorluğu elli yıl kadar önce boğazın karşı tarafında çok küçük bir yer de olsa toprak fethetmeyi başarmış ve bu sayede boğazın kontrolünü tamamen ele geçirmişti. Kuzey Kıtasında ise en büyük devlet Tahsan Devletiydi. Doğu Denizi kıyı şeridinin neredeyse tamamını elinde bulunduran Tahsan Devletinin sınırları birçok yerde kıtanın ortalarına kadar uzanıyordu. Yanız Batı Denizinde hiç sınırı yoktu. Yukarı Kıtada Tahsan Devleti dışında irili ufaklı yirmi bir tane daha devlet bulunmaktaydı. Bu iki kıta etrafında üç büyük ve yüze yakın küçük ada bulunmaktaydı. Küçük adaların ikisi dışında tamamı ve büyük adalardan iki tanesi Doğu Denizindeydi. Yalnız su götürmez bir gerçek vardı ortada. Uçan ada Batı Denizindeydi.
Omre adım adım asıl sormak istediği soruya doğru ilerliyordu:
'Peki dede, bu iki kıtanın etrafı hep sularla çevrili değil mi?'
'Evet oğlum, yani Doğu Denizi ve Batı Denizi ile.'
'Peki denizler nereye kadar gidiyor?'
'Yertepsinin bittiği yere kadar.'
'İyi de o sular tepsiden aşağı dökülmüyor mu?'
Bu soru çok hoşuna gitti Orel'in. 'İşte benim torunum.' dedi içinden. Gerçekten de on yaş için zeka dolu bir soruydu. Dayanamadı, iki yanağından öptü torununu. Omre de dedesinin soruyu beğendiğini anladı ve daha meraklı gözlerle cevabı beklemeye başladı. Orel torununun bu sorusunu bir yudum sakayla kutladı ve sonra torununa öğrenmeyi hak ettiği cevabı verdi:
'Oğlum Yertepsinin etrafı büyük bir yılanla çevrilmiştir. Sular ona çarpar ve geri döner.'
'Vay canına. O zaman çok büyük bir yılan, değil mi dede.'
'Çok oğlum çok. Hatta bu yılanın Yertepsinin etrafını iki kez dolandığını söyleyen bile var.'
Omre irkildi bir anda ve korku içinde dedesine sarıldı.
'Bu yılan ya bir gün buralara gelirse ne yaparız?'
Güldü Orel. Aslında yanlış bir şey yapmıştı. Yılanın bu yaştaki bir çocuğa anlatması elbette uygun değildi ama maalesef Omre'nin babası Musta'ydı. O yüzden birinin torununa gerçekleri anlatması gerekiyordu ve dedesi bu iş için en iyi adaydı.
'Korkma oğlum gelmez.'
'Nereden biliyorsun dede?'
'Oğlum bunca yıl gelmemiş, niye şimdi gelsin ki?'
'Gelmediğini kim söylüyor?'
'Ha, ha, ha... Oğlum gelseydi şu an hiçbirimiz hayatta olmazdık ki? Olur muyduk?'
'Bilmem, olmaz mıydık?'
'Olmazdık.'
'Ha, zaten sular da dökülürdü değil mi? Oysa şu an sular var.'
'Aferin benim zeki torunuma.'
'Ya bundan sonra gelirse dede?'
'Gelmez oğlum, merak etme. Sen onun yanına gitme yeter.'
'Aptal mıyım? Niye gideyim ki?'
'Hayır hayır. Kesinlikle aptal değilsin. Aksine çok zekisin benim akıllı torunum.'
Bir süre sessizlikten sonra Omre asıl sormak istediği soruyu sorma zamanının geldiğine karar verdi. Sesini kısarak
'Dede sana bir soru daha soracağım.'
'Sor oğlum sor da niye sesini kıstın ki?'
'Ne bileyim, herkes duymasın.'
Orel çok meraklanmıştı. Herkesin duymasını istemediği soru ne olabilirdi ki? Yere doğru uzanmış bacaklarını yukarı doğru çekti, sol tarafa dönüp bağdaş kurdu ve torununun gözlerine baktı.
'Evet yavrum, seni dinliyorum.'
Omre çekindi önce, hatta bir an söylemekten vazgeçti
'Neyse dede boşver.'
'Söyle oğlum, ben de merak ettim şimdi.'
Omre sesini daha fazla kıstı
'Dede babam diyor ki...'
'Tamam oğlum anlaşıldı, bırak o adamı..'
Bu cümleyi bitirdiğinde çoktan eski oturuş tarzına dönmüş ve sakinleşmek için bir yudum saka içmişti bile. Kendisi yıllarca utanmıştı ve şimdi de utanma sırası torunundaydı. İçinden 'Allah'ım sen bu oğluma akıl fikir ver.' diye dua etti. Bir baba olarak çok zor günler geçirmiş ve çok utanmıştı Orel. Herkes Musta ile yıllarca dalga geçti, şöhreti başkent Tahsanin sınırlarını aştı. Bilmecelere konu oldu. 'Gitti doğuya, vardı batıya. Bil bakalım kimdir bu?'. Cevap her zaman 'Musta.' oldu ve toplu bir kahkaha. Orel'in yüzüne hiçbir şey söyleyemediler elbette. Buna cesaret edemezlerdi. Savaşta sol kolunu kaybetmiş olan şu anki Orel'e bile böyle bir şakayı yapmaya kimse cesaret edemezdi, ama şakaların dilden dile dolaştığını herkes gibi o da biliyordu. O dayanmıştı. Ama torunu böyle bir şeyi yaşamamalıydı. Evet evet, kesinlikle izin veremezdi buna. Bir ara torununa dönüp baktı. Zavallı çocuk gözleri dolu dolu
'Dede babam niye böyle yapıyor?' diye dert yandı ve ağlamaya başladı.
O an yaptığı hatayı anladı Orel. 'Aman Allah'ım, ben ne yapıyorum?' dedi kendi kendine. Ne olursa olsun babasını bir deli olarak bilmemeliydi Omre. Buna o yaşta dayanmak çok zor olurdu. Problem Musta ile ilgiliydi ve ancak onunla çözülebilirdi.
'Yok oğlum, sen yanlış anladın.'
'Herkes benimle alay ediyor dede.'
'Onlar kendileriyle alay etsinler. Senin baban aslında çok zeki biri oğlum...'
Bunun fayda etmesi mümkün değildi. En iyisi konuyu değiştirmekti
'Dur bir dakika. Ben sana burakçıl üzerinde nasıl uçtuğumu anlattım mı hiç?'
Bu gerçekten çok etkili olmuştu. Omre bir anda gözlerini silerek dedesinin gözlerine baktı.
'Sen burakçıla bindin mi?'
'Tabi ya.'
'Anlatsana dede.'
'Bir gün uzun bir yoldan gelirken bir su kenarında durdum. Hem ben, hem de burakçam çok susamıştık çünkü. Biz su içerken bir burakçıl uçarak geldi ve biraz ilerimizde durdu.'
'Korkmadı mı senden?'
'Ben de şaşırdım ama hayır, korkmadı. Yavaş yavaş yaklaştım. Biraz geriledi ama kaçmadı. Yaklaştım, yaklaştım, korka korka yavaşça elimi kanadına götürdüm, okşadım. Kaçmadığını görünce ağır hareketlerle üzerine bindim. Yelesini biraz çekince önce koşmaya ve sonra uçmaya başladı.'
'Sonra ne oldu peki?'
'Biraz uçtuk ama maalesef benden çabuk bıktı ve denizin üstünde aşağı attı.'
'Gerçekten mi' diye kahkahayla gülmeye başladı Omre.
'Peki sonra ne oldu?'
'Ne olacak, kıyıya kadar yüzdüm.'
'Bunu bana daha önce kimse anlatmamıştı.'
Elbette anlatmamışlardı, çünkü böyle bir olay olmamıştı. Aslında daha önce hiçbir zaman bir burakçıla da binmemişti ama o an durumu ancak burakçıla binen biri kurtarabilirdi. O kadar kısa bir süre içinde de ancak on yaşında bir çocuğu inandırabilecek bir hikaye uydurabilirdi.
'Dede bana Mağaralı Tepe savaşını anlatır mısın?'
'Anlatırım ama başka zaman. Şimdi çok uzun sürer ve şu an çok geç oldu. Hadi bakayım sen doğru uyumaya git.'
'Peki ama sonra anlatacaksın. Söz verdin.'
'Söz anlatacağım.'
Omre dedesini öptü ve yatağına doğru yola çıktı. Orel gökteki aylara bir kez daha baktı ve savaş gününü düşünmeye başladı. Evet kesinlikle uzun bir zamana ihtiyaç vardı anlatmak için. O gün Tahsan Ordusu onun emrindeydi. Başkomutanının emrinde.