Yedi İhtiyar 5

Cariyelikten sultanlığa...

Mirta Noralya kumaşından yapılmış şalvar şeklindeki kahverengi pijamasının üstüne yine Noralya kumaşından yapılmış dizlerine kadar uzayan kahverengi entarisini giydi. Gece yatarken bu kıyafeti giyerdi. Lambeleyi söndürdü. Sarayın ikinci katı köşesinde bulunan odasının güney ve doğuya bakan iki duvarı üzerinde ikişer pencere bulunmaktaydı. Batıya bakan pencerelerden süzülen yarım ay evresindeki küçük ayın ışığı odayı bir miktar aydınlatıyordu.

Yine bir korku saldı içini. Uzun zamandır geceleri bu muhteşem yatağa yatmaktan korkuyordu Mirta. Derdini kimseye açamadığından dermanı olup olmadığını da bilmiyordu. Nasıl açabilir, ne diyebilirdi ki? Koskoca Sultanın kabuslardan korktuğu bir kişi tarafından bile duyulsa, tez zamanda Morangiz Sarayı dahil her yere ulaşırdı bu haber. Bir aya yakın her gün aynı kabusu görüyor ve her tarafı su içinde uyanıyor, sonra tekrar yatıyor, aynı kabusu tekrar görüyor ve yine ter içinde uyanıyordu.

Çaresiz yattı. Uzunca bir süre korkudan uyuyamasa da yorgun gözler sonunda galip geldi. İşte yine o çöldeydi. Tepesindeki güneş kavuruyordu. Rüyada olduğunu biliyordu. Kendi kendine telkinde bulundu. Sonuçta vücudunun asıl bulunduğu yer saraydaki odasıydı ve devrinin en ileri teknolojisiyle tamamen taştan imar edilmiş saray yazın en sıcak günlerinde bile her zaman serindi. İşte bunu hatırladı ama fayda etmedi. Çöl sıcağı yakıyordu.

Sağa baktı ve yine o sarayı gördü. Sağlı sollu ağaçlık yol yemyeşil bir tepeye çıkıyor ve muhteşem bir saraya varıyordu. Her gece olduğu gibi yine sağa döndü ve yine zemin onunla birlikte döndü. Önünde yine çöl vardı. Defalarca denedi, gözünü kapadı denedi, açtı denedi, başını saraya çevirdi denedi. Olmuyor, yapamıyordu. Her seferinde zemin de onunla birlikte dönüyordu.

O an aklına ihtiyar geldi. Gözünü kapadı. 'Allah'ım, eğer varsan ve rüya alemi de seninse benim yüzümü şu saraya çevir.' dedi, sağa döndü. Gözlerini açtı ve gördüğüne inanamadı. Serin bir havada saraya giden hayal ötesi güzellikteki yolun başındaydı. Yol uzun görünüyordu ama artık günlerce yürümeye razıydı. Derken sağ tarafından bir kişneme sesi geldi. Bembeyaz bir burakça yanına kadar gelmiş binmesini bekliyordu. Burakçaya bindi Mirta ve Burakça hiçbir direktif almadan ağır ağır adımlarla ilerlemeye başladı. Ağır attığı her bir adım çok uzun bir mesafe alıyordu. Bir şeyi anlayamıyordu Mirta. Burakça mı adım atıyor, yoksa yol mu katlanıyordu. Galiba ikisi aynı anda oluyordu.

Kısa zamanda sarayın önüne geldi. Burakçadan indi. On kadar basamak çıkıp uzun bir avluyu geçtikten sonra sarayın kapısına ulaştı. Hiçbir muhafızın korumadığı kapı ardına kadar açıktı. İçeri girdi, bir miktar yürüdü ve karşısına bir kapı daha çıktı. Bu kapı kapalıydı. Kapıyı itina ile açtı ve son derece büyük bir salona girdi. Bu kadar büyük ve güzel bir salonu tasavvur edemezdi. Duvarlar altın ve hatta bazen elmas kaplamalarla doluydu. Yalnız onun şu an duvarlardaki kabartmalarla ilgilenecek vakti yoktu. Salonun epey uzak olan diğer ucunda bulunan altın tahtta oturan kişiyi merak ediyordu. Biraz daha yaklaşınca bir kadın olduğunu fark etti. Ayrıca tahtın arkasından çıkan bir çocuğun taht etrafında koşup oynadığını fark etti. Biraz daha yaklaştı ve kadına bir daha baktı. Gözlerine inanamıyordu. Bu kadın Sueye idi. Adımlarını hızlandırdı ve kısa sürede tahtın yanına vardı. İşte Sueye karşısındaydı. Üzerinde mavi bir elbise ile Mirta'ya gülümseyen gözlerle bakıyordu. Mavi Mirta'nın bir kadına en çok yakıştırdığı renkti. Aslında burundan dışa doğru gidildikçe yükselen göz yapılarıyla daha çok vahşi kedileri andıran Noralyalı kadınların gözlerinden gülümsemeyi okumak imkansız gibiydi. Her zaman sinirli görünürler ve bu özellikleri birçok erkek için onları cazip kılardı. Onları erkekler gözünde cazip kılan tek özellikleri gözleri değildi elbette. Yalnız Mirta Sueye'nin gülümsemesini hiç dudaklarına bakmadan sadece gözlerinden okuyabilirdi.

Sueye tahttan kalktı
'Hoşgeldin Mirta.' dedi.

Cariyelik döneminde bile sultana ismiyle hitap edebilen tek kişiydi Sueye.

'Bak, oğlumuz.' dedi boşalan tahta oturan sekiz yaşlarındaki çocuğu göstererek. Dizlerine kadar beyaz bir elbise vardı çocuğun üzerinde. O fırtınada can verirken hamileydi Sueye. Bu o çocuk olmalıydı. Toyra'da yaşayamamış, burada yaşamaktaydı.

Mirta hayatında böyle güzel bir çocuk görmemişti. Eğildi, iki eliyle tuttu, kaldırdı, kucakladı. Hafif uzunca gece siyahı saçlarını okşarken gözyaşlarını tutamadı. Doyasıya öptü.

'Sen niye yanımızda değilsin baba?' diye sordu çocuk.
Mirta oğlunu usulca yere indirdi. İki eliyle iki omzunu tuttu. Gözlerine baktı. Annesine benziyordu. Simsiyah saçlı birinin yeşil gözlü olmasının tek yolu Noralyalı olmaktan geçerdi. Yaşlı gözlerle oğluna cevap verebilmek için önce bir yutkundu
'Geldim ya oğlum. Bak buradayım.'
'Burada mı kalacaksın hep?'
Sueye eğildi, oğlunun başını şefkatle okşadı.
'Yok oğlum, baban gidecek.'
Çocuk tekrar koşup oynamak üzere oradan uzaklaştı.

Mirta bir yetmiş boylarındaki Sueye'ye şöyle bir baktı. Üzerindeki elbiseyi saray terzilerinin bile dikemeyeceği açıktı. Gençleşmişti, on sekiz yaşlarında görünüyordu. Öyle mutluydu ki Mirta bu ayrıntıları fark edememiş, şaşırmaya vakit bulamamıştı. Rüyada olduğunu biliyordu ama her şey o kadar net, o kadar berraktı ki. Sueye'nin elini tuttu ve işte onun elini hissediyordu. Sueye ona her zamanki gibi sevgi dolu gözlerle bakıyordu

'Bu nasıl oldu Sueye, burası neresi?'
'Burası benim onlarca sarayımdan biri Mirta.'
'Nasıl bu kadar sarayın oldu peki?'
'Yaşarken nasıl bir saraya sahip olduysam öyle.'
'Anlamadım.'
'Tahsan ordusunun Noralya'ya geldiğini duyunca cariye olacağımı anladım. O zaman Allah'a dua ettim. Allah'ım dedim ben senin kulunum. Beni kullarına kul yapma. Aslında istediğim ölümdü. Allah ise bana daha fazlasını verdi. Beni sultanın hanımı eyledi ve orada bana onlarca esir ve burada da yüzlerce yardımcı verdi.'

O sırada oğlu Mirta'nın elinden çekiştirmeye başladı.
'Buyur oğlum, nereye götüreceksin beni?'
'Gel baba, senin odana gidelim.'
'Benim odam mı?'
Mirta çok heyecanlanmıştı. Oğlunu takip etti. İkinci katta bir odaya götürdü oğlu. Kapıyı açtı ve içeri girdiler. Oda Mirta'nın saraydaki odasının tamamen aynısıydı ama her taraf pislik ve örümcek ağları içindeydi.
'Odan niye böyle baba?'
Çok şaşkındı Mirta. Yorumlayamıyordu rüyanın bu parçasını
'Bilmiyorum oğlum, inan bilmiyorum.'
Çocuk babasının elini bıraktı ve doğruca harita sandığına yöneldi. Sandık da toz içindeydi.
' Bu ne baba?'
'Harita sandığı oğlum. İçinde haritalar var. Benim geldiğim Yertepsinin haritaları.'
Çocuk sandığı açtı. Rulo şeklindeki haritaları teker teker çıkarmaya başladı. Sonra birden bir bez parçası çıkardı
'Bu ne peki baba?'
Mirta yaklaştı, bez parçasına baktı, bir şey etrafına dolanmıştı. Bir büyü olmalıydı. Pencereyi açtı ve dışarı attı bez parçasını. Arkasına döndüğünde odası pırıl pırıldı.

Sultan uyandığında güneş doğmuştu. Bu gece iyi uyumuş fakat yine ter içinde uyanmıştı.




Noralyalı güzel kızlar...

Genç Mirta güneşin doğumundan hemen sonra her gün o saatlerde yaptığı işi yapıyordu. Orel'in Tahsan toprakları içinde daha iyisini tanımadığı elli yaşlarındaki büyük kılıç ustası Lahat'tan kılıç kullanma dersleri almak sadece bir prense nasip olabilecek bir onurdu. Yirmi yaşına gelmişti artık ve eğitimini tamamlamıştı aslında. Formunu kaybetmemek için ustanın gözetiminde antrenmanlar yapıyordu.

Antrenman sırasında yanına yaklaşan bir muhafız Mirta'nın önünde hazır ol vaziyetinde durdu, başını hafif öne eğerek selam verdi. Mirta muhafıza döndü.
'Prensim, Sultan sizi görmek istiyor.'

Bu olağan bir durum değildi. Babası onu en son beş yaşlarındayken sevmek için çağırmıştı. Sefere çıkmak üzereyken çağırmış ve başını okşamıştı. Meraklanmıştı Mirta. Bir müddet sonra banyo almış, eşyalarını değiştirmiş bir halde Sultanın toplantı salonuna gitti. Sultan, Orel ve diğer generaller yuvarlak masa etrafına oturmuş bir halde onu bekliyorlardı. Mirta kendisi için ayrıldığı belli olan ve Sultanın direk karşısındaki sandalyeye oturdu. Sultan Salman söze başladı

'Oğlum, artık büyüdün. Bundan sonra senin de savaşlara katılmanı istiyorum. Noralya'ya sefer düzenliyoruz ve Orel komutasındaki orduda sen de prens olarak yer alacaksın.'

Prens olarak yer almanın anlamını biliyordu. Sadece kılıç dersleri almamıştı. Siyaset ve devlet işleyişi ile ilgili de birçok ders almıştı. Normal durumlarda ordunun komutanı Orel'di. Prens hariç herkese emir verme hakkı Orel'indi. Yalnız prens istediği an istediği emri bozabilir ve istediği emri Orel dahil herkese verebilir ve hatta gerekli gördüğü taktirde komutanlığı bizzat kendisi de üstlenebilirdi. Yalnız emir bozmak ve komutayı bizzat devralmak her ne kadar bir prensin hakkıysa da teamüllere aykırı bir uygulamaydı ve bu zamana kadar sadece Salman'dan üç nesil önce Prens Noman tarafından uygulanmıştı. Noman o sıralar on yedi yaşında olmasına rağmen Morangiz ordusuna karşı savaşta yetkiyi almış ve yalnızca Tahsan ordusunun bozguna uğramasına sebep olmakla kalmamış, Morangiz ordusuna bir prens öldürme hazzını yaşatmıştı.

Yalnız Mirta coğrafya ve ülkeler arası ilişkiler konularında da dersler almıştı ve bu yüzden soracağı sorular vardı. Bunu yapabilirdi. Çünkü Sultana soru sorulabilecek tek ortamın yuvarlak masa etrafındaki toplantılar olduğunu da öğrenmişti. Burada herkes istediği soruyu sorar ve istediği fikri serdedebilirdi.

'Sultanım. Noralya'ya saldırır ve yenersek onlardan bir karış bile toprak alamayız değil mi? Yani Morangizler buna asla izin vermezler.'

Bu soru Salman'ın hoşuna gitti. Gerçi beklediği bir soruydu ama ileride sultan olacak birinin mutlaka bu soruyu sorması gerekiyordu. Gerçekten de Noralya Kuzey Kıtasının batı sahilini ince bir şerit gibi kaplayan, güçlü bir ordusu olmayan ve sahil ülkesi olduğu halde bir adet savaş gemisi olmayan bir ülkeydi. Morangizler için en önemli şey uçan adanın güvenliği konusuydu. Güney kıtasının tamamı ve boğaz onların elindeydi. Dolayısıyla boğazın batısında ve boğaza iki yüz kilometre mesafedeki uçan adaya buralardan gelebilecek herhangi bir saldırı olamazdı. Yalnız kuzey kıtasının batı kıyısında güçlü bir donanmaya sahip bir ülke ise zor da olsa burakçıl edinip uçan adaya saldırabilirdi. Dolayısıyla Morangizlerin dış politikada iki ana önemli hedefi vardı: Kendileri hariç hiçbir ülkede burakçıl bulunmamasını sağlamak ve Kuzey Kıtasının batı sahil şeridini ele geçirememe durumunda o şeridin ordu gücüne sahip olmayan bir ülkenin elinde olmasını sağlamak. İşte Noralya böyle bir ülkeydi. Her devletin ele geçirebileceği fakat hiçbir devletin buna cesaret edemeyeceği bir devlet.

Salman gülümseyerek cevap verdi:

'Mirta, artık büyüdün. Bir erkek için toprak kadar önemli başka şeyler de vardır.'

Masada bulunan generaller kahkahalarla gülmeye başladı. Mirta bir şey anlamamıştı. Sultan konuşmaya devam etti

'Orel, sen çıkışta ne demek istediğimi anlatırsın. Öğleden sonra ordu yola çıksın. Toplantı bitmiştir.'

Salondan Orel ve Mirta hariç herkes çıktı. Mirta meraklı gözlerle Orel'e baktı:

'Prensim. Noralya'ya seferin her zaman tek sebebi vardır: Kadın.'
'Nasıl yani, cariye toplamak için mi sefer düzenliyoruz? Bu nasıl olur?'
'Prensim bu konuda yorum yapmak bana düşmez. Yalnız kimsenin itiraz edemeyeceği bir gerçek var. Yertepsinin başka hiçbir yerinde Noralyalı kadınlar kadar güzel kadınlar yoktur. Sadece biz değil Morangizler de bu yüzden bazen saldırırlar. Hatta Morangizlerin o ülkeyi almamasının sebeplerinden biri de budur.'

''Anlayamadım.'
'Morangizler için Noralya'yı topraklarına katmak bir günlük bir savaş. İki sebepten fethetmiyorlar. Fethederlerse diğer bütün ülkeler birleşir ve her şeylerini ortaya koyarak Morangizlerle savaşırlar ve bu savaş Morangizler için bile kolay olmaz. Bu en önemli sebep elbette. Ama ikinci bir sebep daha var. Oradaki halkın melezleşmesini istemiyorlar.'
Bu sefer Mirta dayanamadı ve kahkaha atmaya başladı
'İlahi Başkomutan, hiç böyle bir sebep olur mu?'
Orel sadece gülümsemekle yetindi. Bu gülümsenin anlamını biliyordu genç prens. 'Hele bir Noralyalı kızları gör de, sonra konuşuruz.' demek istiyor fakat karşısındaki prens olunca diyemiyordu.

Öğleden sonra yola çıkan beş bin kişilik ordunun hedefi Noralya'nın kuzey kesimiydi. Çünkü sadece bu kısımda Tahsan ve Noralya birbirlerine komşuydu. Günler sonra Noralya'ya vardılar. Sınırda sembolik bir direnişle karşılaştılar. Bu direnişi kolayca aşıp akşam vakti oranın en büyük şehri Losa'ya girdiler. Halk kaleye toplanmıştı. Yukarıdan atılan oklardan dolayı yirmi otuz asker kaybını göze alan Orel kale kapılarını kırmayı ve sonra kaleye girmeyi başardı ve orada beklendiği üzere küçük bir mukavemetle karşılaşıldı.

Geceye doğru Noralyalılar epey bir kayıp verdikten sonra teslim oldular. İçerideki mücadelede yüz kadar da Tahsan askeri hayatını kaybetti. Prens muhafızları ile birlikte her tarafı meşalelerle aydınlatılmış kale içerisinde ölüler arasında gezmeye başladı. Bir ara genç bir kızın ölü bir erkeğin başında ağladığını gördü. Kız adamın elini defalarca öpüyor, yüzüne sürüyor, sonra tekrar öpüyordu. Mirta çok üzülmüştü. On dört yaşındayken kardeşi kadar sevdiği Keker deli diye yakılmış ve bu ona hayatının en büyük travmasını yaşatmıştı. O olaydan sonra ilk defa kendini bu kadar kötü hissediyordu.

Üstelik bu durum daha kötüydü. Çünkü o zaman kimse ona bir suç bulamazdı. Oysa şimdi suçluydu. 'Benim yapabileceğim bir şey yoktu.' dedi kendi kendine ama bu vicdanını rahatlatamadı. Gerçekten de yok muydu? 'Yetki bende, böyle bir savaş olamaz.' der ve ordu da çaresiz gerisin geriye dönerdi.

Kıza doğru yaklaştı, yaklaştı. Kız kendisine birinin yaklaştığını görünce başını kaldırdı. Mirta kızın gözlerine baktı, meşaleler olmasaydı da o gözler okunabilirdi. Korku yoktu gözlerde, sadece kin vardı. Yerde duran bir kılıcı aldı kız, ayağa kalktı. Prense saldıracağını anlayan muhafızlar kılıçlarına davrandılarsa da Mirta gür bir sesle

'Bırakın kızı gelsin. Beni öldürse bile ona dokunan ölüm fermanını imzalar.'

Kız çaresiz bir şekilde Mirta'ya saldırdı. Daha önceden hiç kılıç kullanmadığı belliydi. Mirta sadece kılıcıyla onun hamlelerini savuşturdu. Bir ara kız ağlayarak kılıcı yere attı, diz çöktü ve Tahsan dilinde haykırdı
'Ne duruyorsun, beni de öldürsene.'

Noralyalıların hepsinin hem Morangiz hem de Tahsan dilini bildikleri öteden beri söylenirdi. Mirta kızın karşısına çöktü, kızı omuzlarından tuttu. Kız o an başını kaldırdı.
'Ne olur öldür. Ne olur beni de öldür.' Diye yalvarıyordu.

Mirta daha önce böyle bir güzellik görmemişti. Kızın güzelliği merhametini daha da arttırdı.
'Bak o uğrunda ağladığın kişi her kimse inan onu ben öldürmedim. Onu geri getiremem ama sana söz veriyorum. Sana kimse dokunamaz.'

Gerçekten de Mirta o kişiyi öldürmüş olamazdı, çünkü o gün kimseyi öldürmemişti. Ayrıca prens olduğuna göre bu kıza dokunulmamasını da sağlayabilirdi. Sarayda kendisine cariyelik yapan Sueye isimli bu kız da zamanla Prense aşık olmuş ve onun hanımı olmayı hiçbir zorlama olmaksızın kabul etmişti. Mirta o gün ölen kişinin Sueye'nin kocası değil de ağabeyi olduğunu öğrendiği gün yaşadığı sevinci Sueye'den çok zor saklayabilmişti. Ya da saklayabildiğini zannediyordu.

Bu sefer Mirta'yı çok etkilemişti. Bu yüzden tahta oturduğu ilk gün kaldırdığı iki uygulamadan ikincisi bu şekil insanlıkla bağdaşmayan seferleri kaldırmak oldu. Kaldırdığı ilk uygulama ise elbette delilerin yakılması uygulamasıydı.

06 Haziran 2014 15-16 dakika 68 öyküsü var.
Yorumlar