Yedi İhtiyar 9

Tahsan'da yeni dönem...



Büyücü iki muhafızın mızrakları gerisinde çömelmiş başı yerde zanlının yanına gitti, yere eğildi. Zanlının saçlarını tuttu, yüzünü tahtında oturan Dersan'a çevirdi ve öngördüğü cezayı söyledi:
'Sultanım Tahsan ülkesi içerisinde Morangiz ajanlığı yapan bu hainin idamını talep ediyorum.'
Dersan sakin, kısık bir sesle tane tane konuştu
'İdam talebi kabul edildi.'

Muhafızlar mahkumu derdest edip ertesi sabah şafak vakti idam etmek üzere zindana götürdüler. Büyücünün gözleri sevinçten ışıldıyordu. Tam anlamıyla formunun zirvesindeydi. Ne güzel yapmıştı Dersan'ı tahta geçirmekle. Saltanatının üçüncü günüydü ve sarayda pek çok şey değişmişti. Barsa başkomutanlığa atanmış, Ragap o ilk geceki anlamsız dirençten dolayı idam edilmiş, Koral Ragap'ın yerine generaller arasına dahil edilmişti. Sayra'nın büyücü tarafından tespit edilmiş ajanlarından on kadarı yakalanmış, diğerleri ise başka devletlere kaçmak zorunda kalmışlardı. Şu anda da o on ajan dahil yirmi kişinin yargılaması yapılıyordu. Bu beşinci davaydı ve hepsine de idam cezası vermişti.

Altıncı sanık gelirken beklenmedik bir olay oldu. Dersan yerinden kalktı ve yürümeye başladı. Büyücünün yanına gelince kulağına eğildi. Sakin bir şekilde
'Ben gidiyorum. Sıkıldım artık.'
Büyücü çok sinirlendi. Sadece Dersan'ın duyacağı şekilde
'Saçmalama, nereye gidiyorsun. Sen sultansın, senin onayın gerekiyor.' dedi.
Dersan kararlıydı. Tekrar büyücünün kulağına eğildi. Sakin bir şekilde tane tane konuştu
'Ben gidiyorum. Kararları sen ver. Nasıl olsa suç ne olursa olsun aynı cezayı veriyorsun. Çağır hepsini birden, idam et. İhtiyarsın, kendini bu kadar hırpalama.'
Dersan sonra ne olup bittiğini anlamaya çalışan salondaki diğer insanlara sakin bir şekilde, kısık bir sesle tane tane
'Şu andan itibaren tüm yetki büyücüdedir. Kalan sanıkların hepsine idam hükmü verene kadar davalar devam etsin.'
Salonda bir kahkaha tufanı koptu. Dersan ağır adımlarla salondan çıktı. Çıktıktan sonra onu bir adım geriden takip eden iki muhafıza döndü. Sakin bir şekilde, kısık bir sesle tane tane konuştu
'Ben odama gidiyorum. Saraydaki tüm cariyeleri de acil odama bekliyorum. Güzel olmayanları çağırmanıza gerek yok.'
'Emredersiniz sultanım.'
Öğleden sonra sultanın odasına son derece sinirli bir şekilde giren büyücü odada üç cariyenin Dersan'a şarkılar söylediğini ve Dersan'ın bir minderde elinde saka ile onlara eşlik ettiğini görünce bağırmamak için kendini zor tuttu. Büyücünün içeri girdiğini gören Dersan sakin bir şekilde, kısık bir sesle tane tane konuştu:
'Hoş geldin büyücü. Ben de seni çağıracaktım. Kızlar, siz dışarı çıkın.'

Cariyeler dışarı çıkınca bağırmak üzere olan büyücüye parmağı ile sus işareti yapan Dersan ayağa kalktı. Ağır adımlarla masaya gitti, kadehini saka ile doldurdu. Sakadan bir yudum aldıktan sonra büyücüye döndü. Gayet sakin bir şekilde, kısık bir sesle, tane tane konuştu

'Bak Köse. Bana yaptığın iyilik çok büyük. Bunun farkındayım. Yalnız benimle ilgili yirmi beş yıllık planın asıl nedeninin bana iyilik yapmak olmadığı da cümlemizin malumu. Bu üç günde nasıl bir güce sahip olduğumun farkına vardım.'
Sakadan bir yudum daha aldı, büyücünün karşısına geçti ve gözlerinin içine bakarak sakin bir şekilde, az öncekinden daha kısık bir sesle, tane tane konuştu

'Eğer bir daha bana karşı sesini yükseltir veya dediğimin üstüne laf söyler veya bana sinirli bir bakış atarsan seni senin bile veremeyeceğin tarzda bir idam cezasına çarptırırım ve inan çok uzun sürecek olan infazını zevkle seyrederim. Anlaşıldı mı Köse?'
Büyücünün yüzü kireç gibi olmuştu. Üç gündür tam bir zafer sarhoşluğu yaşıyordu. Herkesin yeni sultanı kabullenmesini beklerken kendisi bu gerçeği unutmuştu. Dersan'ı hala zindandan kurtarılmış bir mahkumdan öte görmüyordu. Ama işte o mahkum ona her şeyi yapabilecek ve daha da önemlisi ona bu saraydaki gücü veren kişi olarak karşısındaydı. Çaresiz verilmesi mümkün olan tek cevabı verdi
'Anlaşıldı sultanım.'

O sırada kapı çalındı. Destur verildikten sonra içeri giren muhafız Barsa'nın sultanın emri üzerine geldiğini söyledi. Sultanın destur vermesi üzerine Barsa içeri girdi, sultanın önünde saygıyla eğildi.
'Beni emretmişsiniz sultanım.'
Dersan Barsa'ya döndü. Her zamanki sükunetiyle ve kısık bir sesle tane tane konuştu.

'Gel Barsa. Evet seni emrettim. Büyücü ve seninle konuşmam gereken bir konu var.'
Bir müddet bekledi ve devam etti
'Konu şu ki ben buradaki cariyeleri beğenmedim. Kuzenim onlara tepsi taşıta taşıta zavallılar kadınlıklarını unutmuşlar. Ben hatırlatayım dedim, ortada hatırlanacak kadınlık kalmamış. Tepsi taşımaktan başka ne gibi marifetleri olduğunu sordum. Üç tanesi şarkı söylüyorlarmış. Ben de onları dinledim. Kısacası bana güzel cariyeler lazım.'
Barsa
'Yarın Noralya'ya sefer yaparız Sultanım.' deyince Dersan sakin bir şekilde
'Benim daha iyi bir fikrim var.' dedi ve büyücüye döndü.

Gayet sakin bir şekilde kısık bir ses tonuyla tane tane konuştu
'Biliyor musun Köse, Esteronya kalesinde de davalar olurdu. Yalnız buradan biraz farklıydı. Orada davalarda sorgulamayı hakim yapardı. Zeki bir hakimdi. Gerçekten zeki biriydi. Bunu bir tek ben değil herkes söylerdi. Bir gün bu hakimin önüne bir dava geldi. Yirmi üç yaşında bir asker kale komutanının odasından şamdan çalmıştı. Şöyle bir düşündü hakim. Asker bir şamdanı neden çalardı ki? Bir arkadaşı ile kaldığı odasına mı koyabilirdi? Hayır, bu çok saçma olurdu. Satsa kazandığı parayı ne yapacaktı. Tüm ihtiyaçları zaten karşılanıyordu. Parayı ailesine verebilir diye düşündü ve bu yüzden zanlı askere ailesinin nerede olduğunu sordu. Askerin anne ve babası ölmüştü. Üstelik parayı verebileceği başka her hangi bir yakını da yoktu askerin. Mantıksız bir durumdu. Dedim ya zeki adamdı hakim. Zanlıyı odasındaki perdenin arkasında bulan komutana kimsenin aklına gelmeyen bir soru sordu. 'Odaya girdiğinizde odada başka biri var mıydı?'. Evet evet işte bu dahiyane soruyu sordu. Odada bir cariye vardı ve komutanın bir cariye diye isimlendirdiği cariye dillere destan güzelliği ile kaledeki tüm erkeklerin imkansız hayallerini süsleyen Rovanlı Rüveyda idi. Hakim başka soru sormadı. Olayı çözmüştü. Aslında kale komutanı da çözmüştü. Komutan odaya girdiğinde perdenin arkasında saklanan hırsız o sırada odada komutanı beklediğini söyleyen Rüveyda ile gönül ilişkisi yaşıyordu. Hırsız desinler diye eline bir şamdan almıştı. Cariyeyle gönül ilişkisinin cezası ölüm değildi ama Rüveyda ile gönül ilişkisinin cezası ölümdü. Kale komutanı kendi elleri ile öldürmeye hazırdı askeri ama onun kin dolu bakışlarının karşısında asker gayet rahattı. Ölmeyeceğini biliyordu. Hırsız denecekti ona. Çünkü kale komutanının Rüveyda tarafından aldatıldığı haberi komutanın itibarını sıfırlardı. İnanın sıfırlardı. Başka bir cariye tarafından aldatılmak aldatan cariyenin seviyesizliğini, ahmaklığını, ne bileyim aptallığını gösterirdi fakat Rüveyda tarafından aldatılmak öyle değildi. Ha eşi tarafından aldatılmış ha Rüveyda tarafından. Hatta komutanın eşini kimse bilmez fakat Rüveyda'yı herkes tanırdı. Hakim dava hakkındaki mütalaasını söyleyemedi. Komutan izin vermedi buna. 'Hırsız bu adam' dedi komutan ve hakimden önce kararı verdi. Şamdan hırsızını zindana gönderdi.'

Dersan sözün burasında bir kez daha büyücüye döndü ve
'Gerçi hakkını yiyemem Köse. Sen o hırsızı da asardın.' dedi.
Barsa ilk defa geriye giden dudaklarına engel olamadı. Dersan sakin bir şekilde, kısık bir sesle devam etti
'Aslında komutanın cariyeleri içinde Rüveyda'dan başka güzeller de vardı. Elbette Rüveyda kadar olamazlardı ama onlar da güzeldiler. İşte Barsa ben o cariyeleri istiyorum.'

Barsa bu isteği normal karşıladı. Saçma ama normal bir istekti. Neticede Dersan Forancık'ta yetişmiş, oranın kültürüyle yoğrulmuştu. Yertepsi üzerinde en milliyetçi halk da Forancık halkıydı. Her şeyin en güzelinin Forancık'ta olduğuna inanırlardı. Foranlılara göre meyvenin en iyisi Forancık'tatır, en iyi kumaş başkentleri Rovan'da dokunur ve en güzel kızlar mutlaka Rovan'dadır.

'Yarın adamlarımla yola çıkar, cariyeleri kaçırırım sultanım.'
Dersan'ın buna itirazı vardı
'Ne yapıyorsun Barsa. Ne kaçırması. Koskoca ordunun komutanısın. Neden gizli kaçak dövüşesin ki? Ayrıca sen niye gidiyorsun? Sen burada kal. Ordunun başında acımasız Koral gitsin. Göstere göstere kaleyi alsın. Ayrıca söyle elini korkak alıştırmasın. Saraydaki tüm erkekleri kılıçtan geçirsin.'
Sonra büyücüye döndü Dersan
'Düşünebiliyor musun büyücü, o kadar yıl o kalede kaldım. Askerdim üstelik. Çocukluk arkadaşlarım var. Şu an hepsi oradalar, o kaledeler. Ama gel gör ki öldürülmesini istemediğim bir erkek bile yok. Neden biliyor musun. Bana bir sultanmışım gibi davranmadılar, bana hak ettiğim saygıyı göstermediler. İşte bu yüzden ölmeliler.'
Barsa bekledi. Burada büyücünün itiraz etmesi ve bu çılgınlığı engellemesi gerekiyordu. Büyücüye şöyle bir yan gözle baktı. Büyücünün yüzünün sağ profilden görünüşü kireç gibiydi. Herhangi bir şey söyleyecek durumda değildi. Bu durumda görev ona düşüyordu. Bir adım öne attı, Dersan'ın önünde saygıyla eğildi.

'Sultanım bunun sonuçları çok kötü olur. Foranlılar mutlaka intikam için geleceklerdir. Daha da önemlisi Morangizler de saldırır. Forancık her yıl onlara vergi ödüyorlar. Morangizler vergi aldıkları ülkelere garantördür ve o ülkelere yapılan her saldırı Morangizlere yapılmış demektir.'

Dersan boşalan kadehini doldurdu. Bir yudum aldı. Sakin bir şekilde, kısık bir ses tonuyla tane tane konuştu.
'On yaşlarındayken bir gün bir ihtiyar görmüştüm Barsa. Bana bir elma verdi, başımı okşadı ve hiçbir zaman unutmamam gereken bir şeyi söyledi. Bu hayat faniydi. Yani hepimiz öleceğiz. Bunu söyledi ve bunu asla unutmamak gerektiğini defalarca hatırlattı. İhtiyar gidince elmayı ısırdım. Epey güzel bir elmaydı. İşte dedim, madem bu hayat fani, madem hepimiz öleceğiz o halde Dersan hayatın tadını çıkar. İnan bana o saraydaki erkeklerin ölümü ve Rüveyda'nın yanıma gelmesi bana müthiş bir tat verecek. O yüzden o kale Forancık'ta değil de Morangiz'de bile olsaydı saldırmanızı emrederdim. Şimdi git Koral'a söyle, erkekleri kılıçtan geçirsin kale komutanının kellesini usulüne uygun şekilde kalenin kuzey kapısına assın. Cariyeleri alsın getirsin ve onların kıllarına zarar gelemsine izin vermesin. Bunlardan herhangi birini başaramazsa bir daha saraya gelmesin. Geldiği taktirde ona da acıyan olmaz. '

Barsa başka çare olmadığını anlamıştı.
'Emredersiniz Sultanım. Mahkumları ne yapsınlar?'
'Biliyor musun. Onlar da bana gerekli saygıyı göstermediler. Onları da öldürsünler. Yalnız biri hariç. Elli yaşlarında Mormon denen bir adam var. Onu öldürmesinler ve onu da buraya getirsinler. Sen çıkabilirsin Barsa. Büyücü kalsın.'
'Emredersiniz sultanım.'
Barsa çıkınca Dersan büyücüye döndü. Gülümsedi. Sakin bir şekilde, kısık bir ses tonuyla tane tane konuştu
'Allaha inanır mısın bilmiyorum büyücü. Ama inansan da inanmasan da O'na dua et bence . Dua et de ben bu sıralar hastalanmayayım. Başım bile ağrırsa o baş iyileşene kadar işkence görürsün haberin olsun. Diyeceğim o bez parçalarından uzak dur. Şimdi gidebilirsin.'




Halvet...

Mirta etrafına bir kez daha baktı. Her yer yemyeşildi. Güneş tam tepesinde olmasına rağmen yakmıyordu. Çimlerin üzerinde daha önce görmediği çiçekleri görünce kendine geldi. Yertepsi üzerinde böyle çiçekler olmadığından emindi. Ölmüş olmalıydı. Demek ki o gece kurtulamamıştı. İleride bulutların arasından çıkıp, gittikçe alçalan ve bir dağın içine doğru akan bir nehir gördü. Muhteşem bir manzaraydı. Nehre doğru ağır adımlarla ilerlemeye başladı.

Nehre biraz daha yaklaşınca nehrin dağ içindeki geniş bir mağaraya aktığını gördü. Mağaraya yakın bir yerde nehir kenarında su ile oynayan on yaşlarında bir erkek çocuğunu fark etti. Oğlu olmalıydı. Ürkütmemek için yavaşça çocuğa yaklaştı. Birinin geldiğini fark eden çocuk arkasına döndü. Hayır, bu Sueye'nin sarayında gördüğü oğlu değildi, ama en az onun kadar sevimli göründü Mirta'ya. Uzun kumral saçları olan çocuğun üzerinde ayak bileklerini ve belini sıkıca kavrayan beyaz bir erkek şalvarı ile kısa kollu beyaz bir gömlek vardı. Çocuk Mirta'ya suyu gösterdi.

Mirta gülümseyerek su kenarında çömeldi ve çocuğun gösterdiği yere baktı. Çocuk da Mirta'nın yanına çömeldi ve akan suyun üstündeki bir kabarcığı gösterdi.

'İşte bu kabarcık benim kabarcığım. Gördün mü, ne kadar parlak. Sanki içinde bir güneşçik var.' dedi.
Mirta daha uzun sakallı ihtiyarı hatırladı. Gerçekten de güneş bu kabarcığa yakındı ve hatta belli oranda içine girmiş sayılırdı. Çocuğun saçlarını okşadı.
'Çok güzel bir kabarcığın varmış.' dedi.
Akan su ile birlikte çocuğun kabarcığı da mağaraya girdi ve içindeki güneş kayboldu. Mirta çocuğa baktı
'Bak çocuk, kabarcığın artık parlak değil. Şimdi ne olacak.' diye sordu ve vereceği cevabı beklemeye başladı. Çocuk güldü ve önünden geçen başka bir kabarcığı gösterdi
'Şimdi şu kabarcık benim kabarcığım oldu.' dedi. Sonra çocuk elini yukarı kaldırdı ve güneşi gösterdi.
'O orada olduğu sürece ben her zaman kendime parlak bir kabarcık bulurum.' dedi.
Mirta çocuğun tekrar başını okşadı
'Güzel cevaptı çocuk.' dedi.
Çocuk iki eliyle nehirden su aldı ve Mirta'nın sağ baldırına sürdü. Mirta büyük bir acı hissetti. Çocuk
'İyileşiyor.' dedi.
Acı içinde kıvranan Mirta çocuğa
'Ne yapıyorsun evlat.' diye çıkıştı.
Çocuk bir kez daha su aldı ve yine Mirta'nın baldırına sürdü ve
'İyileşiyor.' dedi.
Yalnız bu ses bir çocuk sesi değildi. Gözlerini açan Mirta sakallı bir ihtiyarın gülümseyen yüzüyle karşılaştı.
'Uyandın demek.' dedi sakallı ihtiyar. Elindeki kasede bulunan püre haline getirilmiş ot karışımından biraz daha aldı ve Mirta'nın sağ baldırındaki ok yarasına bir kez daha sürdü. Mirta'nın canı ilk sürüşteki kadar olmasa da yandı. Sakallı ihtiyar Mirta'ya gülümsedi ve
'İyileşiyor.' dedi.
Mirta sakallı ihtiyara dikkatlice baktı
'Sen saraya gelen o cesur ihtiyarsın.'
'Evet, ben o ihtiyarım.'
Mirta yatakta doğruldu. Kaliteli bir kumaştan dokunmuş ve üzerindeki işlemeleri özenle işlenmiş olmasından dolayı Mirta'nın saltanat şalvarı olarak adlandırdığı şalvarın ok yarasını örten kısmı kesilmişti. Yara üzerindeki dikişleri görünce şaşırdı. Daha önce böyle bir şey görmemişti. İhtiyara baktı
'Sen mi yaptın bunu ihtiyar?'
'Hayır. Ben o işin erbabı değilim. Tanıdığım bir hekim var. O dikti ve otlarla bu merhemi hazırlayıp bana verdi. Her gün iki üç defa sürmemi söyledi. Ben de onun dediğini yapıyorum.'

Mirta etrafına baktı. Sağlam keresteden yapılmış bir evde iki tarafı pencereli küçük bir odadaydı. Odada köşeye yaslanmış eski yatak dışında yatağın baş kısmına bitişik bir masa, eski bir kilim ve ihtiyarın oturduğu eski bir koltuk bulunmaktaydı. Eşyalar eski olmasına eskiydi ama tıpkı ihtiyarın üzerindeki bembeyaz giysiler gibi temizdi. Saltanat kaftanı kapının yanındaki askıda asılıydı. Sağ tarafta açık olan pencereden gelen rüzgar nasıl bir yerde olduğu konusunda ipucu veriyordu. Dağ havasını tanırdı. Çocukluğundan beri yazlık sarayda geçirdiği günler onun için ayrı bir güzelliğe haiz günlerdi.

Yataktan kalkmayı denedi. Ayaklarını yere bastığında yarası sızladı ama yürüyebilirdi. İhtiyar ona bir baston uzattı. Mirta bastonu aldı, bir baş hareketiyle teşekkür etti. Yavaş yavaş ilerledi. Odanın kapısı bir metre genişliğinde kısa bir koridora açılıyordu. Koridorun karşısında tefrişatı Mirta'nın kaldığı oda ile aynı başka bir oda vardı. İhtiyar bu odada kalıyor olmalıydı. Kapı sağ taraftaydı. Mirta evden çıkınca gördüğü manzara karşısında etkilendi. Güzel bir yerdi. Geniş bir yeşil alan, o alanı çevreleyen orman ve ormanın arkasında görünen bulutlarla kaplı dağın zirvesi.

İki odalı ufak bir dağ evindeydi sultan. Eve yakın bir yerde yine keresteden yapılmış iki kapılı küçük bir kulübe gördü. Tuvalet ve banyo bu kapıların ardında olmalıydı. Böyle bir dağ evi için lüks bile sayılırdı. Sol tarafta otuz metre kadar ileride gür bir meşe ağacının altında bir çardak bulunmaktaydı. Yanına kadar gelen ihtiyara döndü
'İhtiyar, önce bir banyo alsam. Çok kirliyim. '
'İyi olur. Temizlik imanın önemli bir parçasıdır.'
'Peki iman nedir ihtiyar?'
'Allah'a inanmaktır ey sultan.'
'O zaman ben iyisi mi yıkanayım ihtiyar. Artık gerçekten Allaha inanıyorum.'
'Şu kulübede soldaki kapı. İçeride fıçı içinde su var. Yaz mevsimi. Yeterince ısınmıştır. Yalnız biraz bekle. Üzerindeki giysiler de kirlenmiştir.'
İhtiyar odasından beyaz bir şalvar ve beyaz bir gömlek getirdi.
'Başka eşya yok. Bu yüzden üzerindeki giysileri yıkaman gerekecek.'
'Yıkarım ihtiyar. Hayatımda hiç yıkamadım ama yıkarım.'
Mirta banyo aldıktan sonra baston yardımıyla çardağa gitti. Çardak üzerinde bulunan dört minderden birine oturdu. Vakit öğle ile akşam ortası ikindi vaktiydi ve bu vakitte dev ağacın gölgesi çardağın tamamından çok daha fazla bir alanı serinletiyordu. Biraz sonra ihtiyar elinde iki kaseyle geldi. Önce kaselerden birinde bulunan merhemi Mirta'ya verdi ve yarasına sürmesini istedi. Mirta merhemi sürdükten sonra ihtiyar ikinci kaseyi uzattı.
'Acıkmışsındır sultan.'
Mirta kaseyi aldı. Açlıktan olsa gerek haşlanmış buğday üzerine soğuk süt dökülerek hazırlanmış çorba kategorisine bile dahil edilemeyecek karışım lezzetli geldi.
'Teşekkürler ihtiyar.'
Haliyle Mirta olup biteni çok merak ediyordu
'İhtiyar neler oldu? Burası neresi, ben buraya nasıl geldim?'
İhtiyar çardağa çıktı, bir mindere oturdu.
'Burası Pola dağı...'
'Pola Dağı mı?'
Şaşırmakta haklıydı Mirta. Tahsan'ın kuzey batısında bulunan Pola dağına varmak için Tahsanin'den yola çıkan biri Burakça üzerinde en az üç gün gitmeliydi. Yukarılara çıkmak için ayrı bir üç gün daha, hatta belki de daha da fazlası gerekmekteydi. Bu olamazdı.
'Ben kaç gündür baygınım ihtiyar?'
'İki gündür baygınsın. İki gün önce daha uzun sakallı ihtiyar getirdi seni ve o gece yaralandığını söyledi.'
'İyi de bu nasıl olur ki, beni o kadar kısa sürede nasıl getirir buraya?'
'Bunu gördüğün zaman ona sorarsın. Ben sormadım.'
'Peki neden bu kadar uzağa geldik? Neden beni saraya götürmedi?'
'İşte bunu sordum. Sonuçta bir sultana sarayda daha iyi bakarlar. Şu an senin için en emniyetsiz yerin saray olduğunu söyledi. Bir de o suikastçıların büyücünün emrinde olduğunu.'
Gülümsedi Mirta. Alaycı bir şekilde gülümsedi
'Bu imkansız. Yani beni sevmez, beni öldürmek için elinden geleni yapar. Bundan eminim. Ama ben tahtın tek varisiyim. Ben gidersem yerime geçecek kimse yok. Bunu en iyi Köse bilir.'
İhtiyar Mirta'ya baktı. O da alaycı bir şekilde gülümsüyordu
'Belki de bu yüzden buradasındır sultan.'
'Anlayamadım. Hangi yüzden.'
'Aslında hayatın devamı için çok da önemli olmadığını anlamak için. Sensiz de hayatın devam edeceğini anlamak için. Sana bir soru sorayım. Hayatının sona ermesi için tek şart birilerinin seni öldürmek istemesi midir ey sultan. Bir gün yolda giderken vahşi bir hayvanın saldırısına uğramayacağına dair hayvanlardan vaat mi aldın? Onlar da mı Tahsan'ın sultansız kalmasını istemezler. Ya da bir gün aniden hastalanıp ölemez misin?'
'Olabilir elbette.'
'O zaman ne olacak ey tahtın tek varisi. Taht boş mu kalacak. Taht boş kalsa ne olacak, Tahsan yok mu olacak. Tahsan devleti olmasa ne olacak. İnsanlar devletsiz mi kalacak. Belki de kader bu yüzden seni buraya getirmiştir ey sultan.'
'Kader nedir ihtiyar?'
'Allah olmuş, olmakta olan ve olacak olan her şeyi bilir ve bunları yazmıştır. Buna kader denir. Kaderde yazan şey vakti gelince vuku bulur. Buna da kaza denir. Yani kaza kaderi bozar.'
'O zaman imtihan bunun neresindedir ihtiyar. Yazılmış olan yapılacaksa yapanın günahı nedir ve neden cehenneme gider?'
'Yazılmış olan yapılacaktır dersen hükmün doğru ama yapılacak olan yazılmıştır dersen hükmün yanlış olur? İnsana benlik verilmiştir. Bu benlik sayesinde tercihlerde bulunur ve bu tercihlerin sonuçları olur. Sonuçlardan elbette tercih sahipleri mesuldür. Kader bu tercihlerin ve sonuçların bilinmesidir.'
'Madem öyledir o halde şuna cevap ver ey ihtiyar. Az önce benim buraya gelmemin sebebinin bana bir ders vermek olduğunu ve bunun kaderde olduğunu söyledin. Ben bu dersi tercih etmedim.'
'Allah sana Allah'ı tanıman için işaretler gönderdi. Sen bu işaretlere meylettin. O da senin kalbini ısındırdı. Sonra sen Allah'ı tanımayı tercih ettin. Bu Allah'ın hoşuna gitti ve sana öldürülmen planlandığı bir günde hayatta kalmayı nasip etti. Ama Allah'ı tanıman, O'nu kalbinde derinliğine hissetmen sarayda biraz zor olurdu. Allah bunu hızlandırmak için seni buraya aldı. Olayların bu şekilde düzgün akması için senin başına gelecek her şeyin önceden bilinmesi gerekmez mi. Yani senin tercihin dikkate alındı ama akışı kader yazdı. Kaderin bu gücü olmasa duanın ne anlamı kalır ki?'
'Yani ihtiyar ben buraya aslında önemsiz biri olduğumu anlamak için mi geldim? Tamam o zaman. İkna oldum. Ben gerçekten çok da önemli bir değilim. Şimdi gidecek miyim?'
'Hayır, sen buraya halvet için geldin.'
'Halvet nedir ey ihtiyar.'
'Halvet kimine göre Allaha yaklaşmak için halktan uzaklaşmadır, kimine göre ise halk içinde bulunup Allah ile beraber olmaktır.'
'Ben hangisine tabi olacağım?'
'Sen bir müddet halktan uzaklaşacak ve sonra onların içinde Allah'la beraber olacaksın. Sen sultansın. Halk seni sözleriyle yüceltir. Bu yüzden onlar için vazgeçilmez olduğunu sanır ve Allah'tan uzaklaşırsın. Zira kendini beğenen Allah'tan uzaklaşır ey sultan. Bir müddet halka küs. Allah'ı kalbinde bul. Sonra sultanlığını hatırla. Halkın sana Allah'ın bir emaneti olduğunu hisset ve onları Allah'ın emaneti nasıl korunursa işte öyle adaletle koru.'

10 Haziran 2014 21-22 dakika 68 öyküsü var.
Yorumlar