Yola Çıktık Bir Kere - 1
Güneş, tüm ihtişamıyla sahnedeydi. Omuzlarını yukarı doğru çekerek, elleri ceplerinde evlerine koşuşturan insanlar kadar hasretti o da kendi sıcağına. Isınmak ve ısıtmak istiyorum dercesine parlak, kimseyi ayırmayacak kadar da cömertti. Bir radar gibi yeryüzünü tarayarak, bazen de konum değişikliği yaparak adaletli olmaya çalışıyordu. Güneş fakirin de zenginin de dostuydu. Kışın evine doğru dürüst yakacak alamayanın sırtını güneşten daha etkili başka kim sıvazlayabilirdi ki.. Hem de kemiklerine hatta iliklerine kadar hissettirerek! Bahardan bu yana daha da enerji toplamıştı. Şimdi tüm evrene kendini sevdirme, aydınlık yarınlara ışınlarıyla merhaba deme zamanıydı. Çünkü mevsim artık yazdı. Yaz demek hiçbir bedel ödemeden ısınmak demekti. Kimine göre de tatil sezonunun açılışıydı. Hele ki denizden, dağlardan ve tabiat güzelliğinden mahrum olan ve dört duvar arası soğuk binaların içinde ömür geçirenler için tatil yeniden doğuşu müjdeliyordu.
Güneş, görevini icra ederken yakasında bir kimliğe hiç ihtiyaç duymuyordu. Bir sürü pencereden kimseye hesap vermeden özgürce girip çıkabiliyordu. Her pencere farklı bir hayata açılıyordu. Kimi güneşin sarısını ruhunun karanlığından dolayı göremiyor kimi görüyor ama görmemezlikten geliyor kimi de güneşi göremeyecek kadar kederde olduğu için hâlâ kışı yaşıyordu.
Egemen ve Serap hayata aynı pencereden bakabilmek için birbirlerine bir ömür evet diyen çiftlerden sadece biriydi. Aynı yürek ve çatı altında geçirilmiş bir gecenin sabahında, görev yerlerine gitmek üzere yollarını ayırmışlardı. Fakat gönül pencereleri o gün ortak bir heyecanı taşıyordu. Çünkü bir yıl önce planlamış oldukları yıllık izinlerine nihayet çıkacaklardı.
Onaylanan izin kâğıtlarını ceplerine koydukları andan itibaren kalpleri tatlı bir heyecanla çarpmaya başlamıştı. Koca bir kışın ve yoğun bir iş temposunun yükünü artık bedenden düşmanı denize döker gibi atmak istiyorlardı. Şehri terk edebilme özgürlüğünü kazandıklarını birbirlerine müjdelemek için telefona sarılmışlardı. Bunu ilk başaran ise Egemen olmuştu.
- Hayatım nasılsın? Sana izin aldığımı söylemek için aradım. Sen ne yaptın? Aldın mı?
- Biraz önce şube müdürüne imzalattım. O kadar rahatladım ki anlatamam aşkım!
- Sevindim canım. Bavullarımız hazır zaten. Son koyacaklarımızı da ekleriz. Olur biter! Ben arabanın uzun yol bakımını yaptıracağım. Benzini de dönüşte alırım. Yola, sabah saat dört veya beşte çıkarız.
- Tamam canım! Telaş etme! Ben daireden biraz erken çıkacağım. Yol için çocuklara kek, börek gibi şeyler yapmayı planlıyorum.
- Ya bana? Hep çocuklarını düşünüyorsun!
- Kıskandın mı? Tabi ki senin için de yapacağım. Bir âlemsin!
- Şaka yaptım canım! Zaten onların karnı doyunca biz de yemiş gibi olmuyor muyuz? Sana takılmak çok hoşuma gidiyor.
- Ben de sana takılmayı seviyorum. Hele seyahatlerde! Seninle yolculuk yapmak ayrı bir zevk! Bunu biliyorsun değil mi?
- Teşekkürler canım! Kapatıyorum telefonu şimdi! Yapacak çok işimiz var! Evde görüşürüz. Öptüm
- Ben de canım.
Serap, telefonu kapatmış ama yüzündeki mutluluk ifadesi hâlâ açık kalmıştı. Kara gözlerini sevinç kaplamıştı. İş arkadaşlarıyla vedalaşma seremonisinin ardından çantasını koluna taktığı gibi çıkmıştı. Önünde doyasıya harcayacağı koskoca yirmi gün vardı ve bunu çok iyi değerlendirmek istiyordu. Hem gezmek, hem dinlenmek hem de değişik yerler keşfetmek istiyordu. En çok da dört duvar arasına hapis olmuş çocuklarının deniz ve kumla bütünleşmesi ve açık havada rahat rahat oynayabilmeleri için bu tatili çok istiyordu. Ağzı kulaklarında bir biçimde 'Bu tatil herkese şifa gibi gelecek' dedi.
Aralarında dört yaş olan Nilgün ve Arda'yı kreşten alırken, onlardan söylediklerini harfiyen öğretmenlerine tekrarlamalarını istedi.
- Hadi bakalım 'Allahaısmarladık. Biz tatile gidiyoruz. Sizi çok özleyeceğiz öğretmenim' deyin bakalım.
Her ikisi de önce 'Yaşasın' dediler ve ardından da annelerinin öğütlediklerini öğretmenlerine aynı şekilde tekrarladılar.
Nilgün'ün doğum hikâyesi oldukça sıra dışıydı. Anne karnındaki olağanüstü gelişiminden dolayı doğumuna daha iki ay gibi bir süre varken suni sancı verilerek hemen doğurtulmaya çalışılan ama dört günde zar zor doğan bir bebekti. Etrafındaki bebeklere bakılınca Nilgün, dört buçuk kiloluk haliyle neredeyse üç aylık bebekmiş izlenimi uyandırıyordu. Yani doğumu zor ama büyütmesi kolay bir bebekti. Babası attığı tekmelerden dolayı her ne kadar 'Kalıbımı basarım bu bir erkek! Hem de iyi bir golcü olacak!' gibi söylemlerde bulunmuşsa da kız doğunca küsmeyecek kadar büyük olgunluk göstermişti. İçi hafif de olsa burkulmuş ama bunu hiç mi hiç dile getirmemişti. Hatta ilerleyen günlerde böyle düşündüğü için kendinden nefret dahi etmişti.
Henüz iki yaşındayken hiç akla hayale gelmeyen bir yerinden yaralanmıştı. Eskiden apartman önlerinde ayakkabı altını çamurdan temizlemek için konulan keskin demir parçasının üzerine düşmüş,kulak memesi boydan boya yırtılmış ve dikiş atılmıştı. O ilk önce doğmuş olmanın verdiği avantaj ile ablalık unvanını hiçbir sınava tabi tutulmadan alıvermişti.
Arda ise' büyüyünce çok can yakacak!' denilen ama neredeyse soğuk yürekleri bile yakacak kadar sıcacık bir çocuktu. Dudaklarındaki gülücükler sanki genetik denecek kadar yüzüne yerleşmişti. O da ablası gibi daha küçücükken doktorların iğne ve iplik kullanma becerilerinden nasibini almıştı. Yaşı henüz iki iken başından sekiz tane sağlam dikiş geçmişti. Canı yananın yaygara koparması gerekirken o esnada anne ve babası feveran ediyordu. Olgun olacak meyve, dalında kendini belli edermiş? Arda'ya bakınca bu söz anında tescilleniyordu. Sanki büyümüş de küçülmüş gibiydi.
Serap, bir avucuna oğlunun diğerine kızının küçücük elini sıkıştırarak eve doğru yol almaya başlamıştı. Kafasının içinde o kadar çok tilki dolaşıyordu ki. Çocukların sağlık karneleri, oksijen, tentürdiyot, pamuk, sivri sinek ilacı ve koruma jeli, ateş düşürücü, güneş yağı, güneş yanığı oluşursa diye her ihtimale karşı yanık kremi alması gerektiğini düşünüp unutmamak için hafızasına tekrar tekrar göndermelerde bulunuyordu. Çünkü Didim'de yazlıklarının bulunduğu sitede herhangi bir sağlık kuruluşu yoktu. Bir anne olarak her türlü ihtimali en ince ayrıntısına kadar düşünmek zorundaydı.
Egemen ise arabasının bakımını yaptırmış olmanın ve benzin doldurmanın verdiği rahatlıkla eve doğru yol alıyordu. Kafasından 'yolda dinleyeceğim CD'leri ayırmam gerek' diye düşünüyordu. Çünkü gideceği yol epeyce uzundu ve yol da müziksiz geçmezdi. 'Kesinlikle hareketli müzikler olmalı'dedi içinden. Torpido gözünü açıp kapadı. Harita da içindeydi. Eve gider gitmez biraz atıştırıp yolculuk saatine kadar uyumalı diyordu. Çünkü uykusuz yola çıkmak bir şoför için cinayetten farksızdı. Deliksiz bir uyku, bedenin iliklerine kadar dinlenmesi demekti. Eve iyice yaklaşmıştı. Fakat içinde tarifsiz bir tedirginlik vardı. Her yolculuk öncesi yaşadığı şeydi bu! Hedeflediği noktaya kazasız, belasız ulaşana kadar bu duyguyu bir türlü ruhundan atamıyordu. Ne zaman ki tekerlek durur o zaman yüzü gerçek anlamda gülerdi. Bu heyecanı yüreğinden atmak elinde değildi. Ama mümkün olduğunca bunu en alt seviyede tutabilmek adına büyük bir çaba gösteriyordu.
Nilgün, deniz yatağını annesine şişirtmiş bir nevi tatilin ön provasını yapıyordu. Serap bir yandan gülüyor bir yandan da 'kızım burada olmaz ki bu iş! Patlatacaksın şimdi! Hadi yavrum in üstünden de kaldıralım. Sabret! Onun yeri denizin üstüdür. Hadi çocuğum üzme beni!
Nilgün, söylenerek inmişti üstünden.
- Anneciğim deniz havlumu, mayomu bavula koydun değil mi?
- Evet güzeller güzeli kızım! Kardeşininkiler de hazır! Şimdi babacığın gelecek ve yemeğimizi yiyeceğiz. Biraz uyuyacağız. Sonra hepimiz arabamıza binip, tatil için yola çıkacağız. Hadi bana yardım et bakalım. Gel sofrayı hazırlayalım.
- Tamam anneciğim! Çok sevinçliyim.
Arda'nın tuvaletten sesi yükselmeye başlamıştı.
- Anne! Bitti!
-Tamam oğlum. Hemen geliyorum.
Serap, evin içinde koşuşturup duruyordu. İçindeki heyecan yerini yorgunluğa bırakmıştı. Bunlar her tatil öncesi yaşanan sıradan telaş ve yorgunluktu. Arabaya binince, koltuğa sırtını yaslayınca biliyordu ki tüm yorgunluğu bir çırpıda geçip gidecekti. Çalan kapının sesine çocuklar bağırmaya başladılar.
- Babam geldi! Ben açacağım kapıyı!
- Hayır önce ben!
- Tamam! Lütfen kavga etmeyin! Hadi bakalım kapıyı hep beraber açalım.
Egemen önce karısını yanaklarından öpmüş sonra yere çömelerek kızının ve oğlunun yanaklarına kocaman bir öpücük bırakmıştı. İkisinin de elini tutarak mutfağa geçmişti.
- Bakalım annemiz neler hazırlamış bize! Açlıktan karnım gurulduyor! Duyuyor musunuz içimden gelen sesi!
- Hayır!
- Vay üç kağıtçılar vay! Ben de sizi tatile götürmem. Hâlâ aynı fikirde misiniz?
- Duyuyoruz babacığım! Hem de çok gurulduyor!
- İşte şimdi oldu!
Egemen, minnettar bir ifadeyle karısına baktı.
- Canım benim! Çok yorulmuşsun! Ellerine sağlık! Bir duş alayım. Hemen sofraya geçelim. Sonra biraz uyuyacağım. Ne de olsa yolumuz oldukça uzun!
- Elbette canım! Allah yolumuzu açık etsin!
- Amin canım!
Egemen, duştan çıkınca ailece yemek yemişler ve saatlerini sabah dörde kurarak yatmışlardı.
Saat, kendisine verilen görevi layıkıyla yapmanın verdiği gururla ötmeye başlamıştı. Egemen, esneyerek gözlerini açmıştı. Aynı anda Serap da kalkmıştı. Üzerlerini giyerek arabaya götürülecek bavulları indirmişlerdi. Serap, çocukları öperek uyandırırken Egemen bütün odaların kalın perdelerini iyice çekmiş, son içtikleri çayın demini dökerek çöp kovasını kapının önüne koymuştu.
Serap, çocuklar için küçük bir yastık da alarak dışarı çıkmıştı. Egemen, su saatini ve elektriği kapatıp kapıyı kilitlerken 'Allah'a emanetsin' diyordu içinden. Hırsızlık olayına karşı tedbir olarak eski bir ayakkabısını evde bir adam varmış izlenimi bırakmak için dışarıya koymuştu.
Artık hepsi arabaya binmek üzere aşağıdalardı. Egemen arka kapıyı açarak çocuklarını arka koltuğa oturtmuştu. Serap da onların yanında olmak istemişti.. Egemen, şoför koltuğuna geçmiş ve emniyet kemerini besmele çekerek takmıştı. 'İyi yolculuklar' temennisi ile birlikte tekerlekler dönmeye başlamıştı.