Yüzleşme
Yüzleşme
Bir yol öyküsü.
Yaşadığı bu şehre kaçıncı dönüşüydü bilemiyordu. Her kaçışta kendisine söz olarak verdiği “tamam bu sefer asla bir daha dönmeyeceğim” dediği şehre kaçıncı kez geri dönüyordu hatırlamıyordu. Her kaçış dönüş, bir iniş çıkışa bağlıydı.
Yine böyle bir kaçışın dönüşündeydi…
Tan yeri henüz ağarmamıştı, arabasının farları giriş yaptığı şehrin çevre yolunu girme, geri dön der gibi isteksizce aydınlatıyordu. İçindeki o söz vermelerin ağır baskısını hissediyordu. “Bir zorunluluğum olmasa döner miydim hiç?” tekrarlamalarının arkasına da sığınamıyordu artık.
O kocaman gösterişli, aslında saldırgan görünümlü binaların gözükmesinden hemen evvel son ilçenin sınırlarına girmekteydi, saba makamında okunan ezan sesleri duyuluyordu.
Yolun sol tarafında bulunan baraj havzasının genişçe hakim olduğu açıklıkları ve küçük tepeciklerin oluşturduğu engebeleri göz ucuyla süzerken, sağında yol boyu uzanıp giden orman örtüsüne de birkaç kez dönüp dikkatlice baktı. Bu yöreyi çok iyi tanıyordu.
Birkaç anısını biriktirdiği bu arazinin, duygularında oluşturduğu metaforun, acı bir tebessümle yüzüne yansıdığının farkında değildi.
Farkında olması gereken asıl şeye odaklanmıştı. Uzun yol yorgunluğunun daha belirgin, daha çekilmez hale getirdiği, arka koltukta yarı baygın halde yatan, yol boyunca iniltileriyle kendisine eşlik eden annesine bir kez daha baktı.
Üzüntü ve merak içinde…
Göğsünün inip kalktığını görmeye çalışan gözlerinin kuruluktan acıdığını hisseti. Nihayet belli belirsiz göğüs inip kalkmasını görmesi Onu bir nebze rahatlatıyordu.
“Pencereyi aç.”
Duyduğu sesin tonunda bir soluklanma, yabancı olmadığı bir kaçış isteği olduğundan emin olunca yola devam etme kararından vazgeçti. İlçenin girişindeki ilk dönel kavşağından geri dönüp geldiği yöne yöneldi. Ana yoldan görülmeyen, ormanın içine doğru gizlene gizlene giden kıvrımlı, ince toprak yola saptı. Yolun ilk kıvrımın ana yoldan dik inişle gizlediği başlangıcının, gücünü ve soğukluğunu ormanın pınarlarından alan, huzurun armonisiyle akan ve bir o kadar da bıkkın ve yorgunların dinlendiği çeşme başında durdu.
Arabadan indirdiği plastik tabureye annesini yerleştirirken havanın alacalaşmasına katkıda bulunan farların huzmesi orman ahalisini uyandırmaya yetmişti. Havanın serinliği yaşlı kadını az da olsa kendine getirmiş, aralanan gözleriyle çeşmeye bakarken yüzünde yükselen canlılık, gelecekte beklenen, özlenen mutluluğun ifadesini daha da belirginleştiriyordu. Umudun en yüksek olduğu anı yaşatıyordu yaşlı kadına.
“Bana abdest aldır.”
Tabureyi çeşmeye yaklaştırarak, annesini oturttuktan sonra açtığı çeşmenin suyu huzuru pekiştiren ürpertiye yol açmıştı, ruhuna taşınan bu mutluluk zamanını doyasıya yaşamak istiyorlardı “ana oğul.” Çoraplarını çıkarıp cebine sokuşturdu, ıslanmasını istemiyordu. Yaşlı kadının ellerini suya ilk değdirdiklerinde aynı anda döküldü duanın başlangıcı.
“Amentü billahi ve melaiketihi.” Allah’a ve meleklerine inandım.
İnanmanın bize getirdiklerine göre mi inanacağız yoksa hayal ettirdiklerine göre mi yoksa inanmanın gerçeğini aramakla mı mutlu bir yaşam süreceğiz? En azından kaygılarımızın, vehimlerimizin ve korkularımızın huzursuzluğu duymadan.
Kaldı ki,
Kimlere nelere inanmadım ki, “Tanrı’nın ve meleklerin” inanmalarım arasında bulunmasının ne sakıncası olabilir ki?
Maddeye inandığım gibi manaya da inandım. Maddenin kurallarını öğrendiğim gibi mananın kurallarını da öğrendim. Yaşamın bu iki yönüne inandım.
Buruş buruş olmuş el ve yüzüne suyun üçer kez çarpılışında ruhunun bedenine verdiği son enerjiyi iliklerine kadar hissediyordu yaşlı kadın. Bu güçle, inanmanın cotigosunu bir kez daha tekrar etti yaşlı kadın. Çok samimi idi.
“Ve kütübihi ve rasulihi.” İndirdiğin kitaba ve elçine inandım.
Bir kütüphane dolusu kitap okumuştu adam. Hepsi “doğru olan benim” diye bağırıyordu. Raflarda en azından tozlarının alınması isteğinde bulunuyorlardı sessizce. Her yazar kendi kitabını indirmişti adeta kütüphanesine.
Bu sözlerin kendisine iletilmesinde bedelini ödediği, paralı elçiler kullanılmıştı aracı olarak.
Bunlara da inandım…
“Vel yevmil ahiri ve bil kaderi…” Ahirete ve kadere inandım.
Kaderim geleceğimdeki cennetime ulaşmak için bir yol olarak çizildi. Ahiret ve kaderime hiçbir şeyi sorgulamadan inandım. Cennet dediklerinin ebedi, sonsuz mutluluk olduğuna inandım. Bu sonsuz mutluluğa erişmenin, Tanrı’nın erdemine erişmekle olduğuna inandım. Semavi mutluluğu, dünyevi mutluluğa değişmemeyi öğrendim.
Kaderim belirlenmiş olandı, öğrendiklerim ise kaderime karşı gelenlerdi. Bir dünya dolusu kitaplarda hep bir karşı geliş vardı. Kadere boyun eğmeyi öğreten kitaplar, aslında en büyük karşı gelmeyi öğütleyenlerdi. Kendi yaşamıma karşı gelmeydi bu, çünkü öğrendikçe yalnızlaştım, sorguladıkça kendime mahkum edildim.
Nesnel özgürlüğüm öznel özgürlüğüme dönüştü.
Günahkardım hem de çok günahkardım.
İlk gençlik çağlarında bilardo salonlarından başlayan ve en bataklık yerlerine kadar sürükleyen kumar sevdasını bir çırpıda kadere yüklemeyi inanmanın paradoksu olarak yapıyordu.
Herkes haklıydı…
“ hayrihi ve şerrihi mina’llahi Teala.” Hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine inandım.
İyilikleri ve kötülükleri üreten sözler. Eylemin kendisini seçmesinin nedeni sizsiniz. Eylem, söze göre biçimleniyor. O zaman söz söyleyicileri ne büyük vebal altındadırlar.
Sofistler, inisiyeler, elçiler, politikacılar, ruhbanlar…sözlerini eyleme döktürenler. Hayrın ve şerrin sahipleri. Ürettikleri şeytanın kötülüğüne uğrayanlar, hayrın sahiplerine sığınırlar.
Ben en alttayım, hem de en altta olanlardanım.
Senin adına hayrı ve şerri bizlerin üzerinde “adaletle” uygulayanlara biat ettim. Hugo’ nun dediği gibi “imparator ve papa Tanrı’nın iki yarısı” değillerse bile cennetin anahtarını ve gücün asasını elinde tutan İsa, en azından iki çehreli Roma Tanrısı Janus’ un yarısıdır.
Ben gördüm, her türlü kandırmaların gerçeğini görmenin işkencesine uğradım. Bilmenin yanmasına uğradım.
Hayrı ve şerri gördüğüm böyle bir güce nasıl biat etmem. Nasıl inanmam.
Çeşmenin hemen önünde irice bir taşın üst tarafı düzleşmiş taşın üzerindeki yıkamaya başladığı ayaklarına, elindeki kaptan suyu boşaltırken beklediği soğuğa yakın serinletmenin keskin tepkisini göremeyince annesinin yüzüne baktı, göz göze gelmenin sorusunu çoktan anlamıştı yaşlı kadın.
“Vel basubadel mevt Hakkın.” Öldükten sonra dirilmeye inandım.
“ Oğul! Canım ayaklarımdan çekilmeye başlamış.”
Ruhun bu dünyaya ait olan cüzlerini, burada bırakarak gideceğiz. Bu cüzler çeşitli bilgiler içerir. Bu bilgileri bedensiz paranormal varlıklar kullanabilir. Ve bunu size farklı iletişim yollarıyla aktarırlar. Ruhun bu cüzlerini kullanmış olan insanlar hakkında size sanki onunla görüşmüş, görüşüyormuş gibi ebedi olarak gittikleri yerden, ruhların kanalından, berzah aleminden aktarıyormuş gibi yaparlar.
Bunları oyun için yaparlar.
Ruhun bu dünyaya ait olmayan cüzleriyle yeniden dirileceğimize inandım. İman ettim. Bizim tek çıkar yolumuz budur. Işığımız budur. Kurtuluşumuz busur. Umudumuz budur.
İnancın ve gücün her aşamaları simgeleştirerek, bizler için geleceğimizdeki cenneti vaat edenlerin… Dante’nin bizi cennette uyandıracak Monarşi’sine inandık.
Ne dedilerse kurallarına uyduk. Uyutulduksa da uyanmaya geldik. Uyandırılmaya geldik. Dirilmeye geldik.
İnkar ve isyan etmedik.
Kurulama işlemini bitirdiğinde yorgunluktan dizleri titreyen dizlerdeki yükü tamamen almaya çalışarak yeniden arka koltuğa yerleştirdi…
Giriş ve bitiş parolası. Şüphelerden arınma, iman tazeleme. İnanmanın altın anahtarı.
“ Eşhedü en la ilahe illalah ve eşhedü enne muhammeden abdühü ve rasulühü”
Henüz değil anne diye fısıldadı adam. Kendimizle yüzleşmeden terk edemezsin beni.
Florasan lambaların rahatsız edici yüksek aydınlığı altındaki koridorun sonundaki yoğun bakım odasına bir kez daha gelmişti hemşire. Çalışan cihazları ve takılı serumu bir kez daha kontrol ettikten sonra yatan hastanın göz çukuruna takıldı gözleri. Mimikleri hareketlitydi, sanki bir film izliyordu. İki damla gözyaşı daha çıktı, uyutulan hastadan.
Eliyle sildi özenle, uzunca bir süredir yatan hastanın yıpranan teninin incinmesini istemiyordu. İşi gereği birçok hasta görmüştü ama bu yatan hastada olağan dışı, sıra dışı bir şeylerin olduğunu daha ilk baştan hissetmişti.
Bilmeden inanmanın getirdiği düşünceler yöneltmişti bu duygulara, bu içinde beliren oğlan üstü mutluluk duyguları yakınlık oluşturmuştu ona.
“Ormanın içinden gitmemi ister misim” sorusuna en ufak tepki alamamıştı ama yine de toprak yolu takip etmeye başladı. Birkaç tepe ve kıvrım geçildikten sonra çevre daha görülebilir hale gelmişti.
Arkadan gelen “dur” sesine, dikiz aynasından baktığında annesinin başını geriye çevirerek bir şeyleri görme sevincini yaşadığını gördü. Geri geri beş on metre gittiğinde sol taraftaki küçük açık alanın, yol boyunca uzayan otsu bölgeye daha dikkatli bakıyordu annesi.
“ Bunlar madımak.”
Toplama isteğinin, geçmişteki yaşanmışlık birikintileriyle gözlerine yansıdığını çok iyi biliyordu. Kalkan pazar yerlerindeki artık meyve ve sebze kalıntısı çürüklerinin kokusunu duyuyordu aynı zamanda bu ses tonunda ve bakışlarda. Yavaşça arabadan indirip madımak öbeklerinin yanına oturttuğu annesinin eline küçük çakı tutuşturdu.
“Toplamak istersen poşet de getireyim…”
Karşılıksız verilen, gelecek vaat eden, devam etme ve ettirme fırsatı sunan Tanrı ikramı bu yiyeceği reddedebilir miydi? Başını evet der gibi hafifçe salladı.
Sen onları toplarken ateş yakıp Mengen peyniri kızartma mı da ister misin? Yine hafifçe baş sallandı. Ormanın içinden yükselen cılız duman ve toprağı ucuyla kazımanın çıkarttığı çakının sesine yeniden canlanışın büyük gösterisine sahne oluyordu zaman bu kez. Çok geçmeden son güçte tükenmiş çakı elden düşmüştü.
“ Gidelim istersen.” Kalkmaya mecal bulmayan başın yere düşen bakışlarının ne anlama geldiğini tahmin etmek zor olmadı onun için. Ana yola çıktıklarında bir kez daha dikiz aynasından kontrol etti göğüs inip kalmalarını, belli belirsizdi. İçindeki şüphe şehrin girişinde daha da yoğunlaşmış, daha sağlıklı bakmak ve nabzı kontrol etmek için sağa çektiği arabanın kapısını açtığında gözlerdeki ferin son kez parıldamaya çalıştığını gördü.
“ Helal ediyorum…”
Duracak zaman değildi. Hızla en yakın hastanenin acil servisine gelmişti, edilen müdahelenin sonucunu beklerken, yanına yaklaşan bir başka hemşirenin sesiyle irkildi.
“ Mehmet Bey! Başınız sağ olsun, eşinizi kaybettik!” sözünü söyleyen hemşirenin hemen arkasındaki acil servis hemşiresi de duymuştu bu sözü.
Söylemek istediği söz boğazında düğümlenmişti, kalakalmıştı öylece Mehmet beye bakıyordu.
Yüzleşme inanmaya kalmıştı…