Zırva Zamazingo 4
Kırk sekiz yıllık Déjà Vu
Öbür gün aynı yere geldik, Siyah İnci asilce yerinde duruyor ama Skolastik Plastik yerinde yok. Sinirlenmeyeyim diyorum, Tanrı benimle maytap geçip bulutların arkasından gizli gizli kıkırdıyor.
“Lan Erdinç uyan! Geç koltuğa, dört inç şişe dibi gözlüğünü de tak Dodge’u ara sokağa bir yere çek. Firkat Bey zahmet olmazsa, siz de İmpala’yı müsait bir yere çeker misiniz lütfen?”
“Hemen uçuruyorum abi!” Gürültülü bir sesle Erdinç ilerlerken, Firkat Bey ise sakin bir edayla:
“Tabi efendim zevkle” dedi. Özenle kapıyı açtı, kemerini bağladı, aynaları kontrol etti. Kafasını camdan çıkardı, boş sahilde etraftaki namevcut trafiği kolaçan etti. Sanki ehliyet sınavındaydı Firkat Bey, inip arabanın altında kedi var mı diye bakmasını bekledim. Fakat yapmadı.
Bir anda bir psikopat gibi dikiz aynasına bakakaldı. Ne yaptığını, dudak kımıltılarından son anda anlayabildim. Aynaya asılı nazar duasını okuyordu. İçim sıkıldı ve denize karşı bir sigara yaktım. Arkamı döndüğümde araba yoktu. Sanki arabayı boşta ittirerek götürmüşçesine sessiz bir gidişti. “Şükür” dedim, bir nefes daha çekerek, denizin iyotundan.
Firkat Bey dün bozduğu, benim gece yaptırdığım arabanın düzgün olup olmadığını hiç sorgulamadı bile. Bindi gitti, gamsız adam. Firkat Bey’in bazen bana yıllara yayılan bir şaka yaptığını düşünüyorum. Ona kızamadığımı bildiği için bu hareketleri ve tavırları ile bana manevi bir ıstırap çektiriyor. Sanki benden o günün intikamını almaya çalışıyor…
…
Kırksekiz yıl önce… 1972 yazı, 12 Ağustos cumartesi günü.
Karakterlerimiz İstanbul’a giden trene binmek için Adana tren istasyonuna geldiklerinde, henüz kaderin onlara yazdığı kirli kitaptan haberleri yoktu.
Mersin Erdemli’yi geçtikten sonra Ulukışla yolunda sabit bir hızla ilerleyen D 24 000, sesiyle bir helikopteri andırıyordu. Buharını atmosfere tüküren tren, Ulukışla garına gelmeden evvel küçük bir fren arızası ile kendini belli etmeye çalışmıştı. Fakat makinist bunu geçici bir arıza gibi görüp, Kayseri üzerinden Ankara’ya doğru yollanmaya başladı.
Ankara yakınlarında Kayaş İstasyonu’na yaklaşan tren olabileceği en hızlı haldeyken, makas kulesindeki memur yerinde yoktu. Çünkü tam bu sırada, Fransa’dan getirtilen elektrikli trenler için Ankara banliyö elektrifikasyonunun açılış töreni yapılmaktaydı. Alsthom şirketinin yapmış olduğu E 40 001 marka lokomotiflerin üzerinde, Fransız işçilerin yapıştırmış olduğu büyük fontlu TCDD harfleri vardı.
Yolun çatal yaptığı alanda, gizliden törene katılan görevli tarafından, makas değişimi yapılmadığı için tren gayriihtiyari arızalı yola saptı. Makinist panikle fren yapsa da arıza yeniden baş gösterdi ve tren raydan çıkarak yolun kenarına doğru yatay taklalar atmaya başladı!
Tam bu sırada zaman sanki biraz dinlenmek isteyen bir hamal gibi yavaşladı. Hatta durma raddesine geldi.
O anda yolculardan ikinci vagondaki yaşlı amca, şekerlemesinden başka bir kabusa uyandı.
Hipodrom durağını gören balkondaki çocuk, treni izlemek için ayak parmak uçlarıyla yerinden beş santim kadar yükseldi.
Üçüncü vagon kompartımanında bir genç, komik olduğunu düşündüğü anısını anlatırken birden önden gelen sarsıntı, yüzlerdeki gülüşleri dondurarak yavaşça şaşkınlığa çevirdi.
Duraktaki direğe konmak üzere, bir serçe aşağı doğru süzülmeye başladı.
Beşinci ve son vagonda ise sarsıntıyı en az hissedecek olan beşik kertiği kahramanlarımızın kompartımanı yer almaktaydı. Çoğu uykuda olan kompartıman sakinlerinden yalnızca Firkat ve Kadim durumu saniyeler öncesinde fark edip yere kapaklanmışlardı. İkisi de cenin pozisyonunda, oturdukları metalin altına sığınıvermişlerdi. Firkat o anda “Ölmeden önce son kez göreceğim kişi bu züppe kılıklının suratı mıymış?” diye düşündü.
Büyük patırtı ve gürültünün sonrasında bazı vagonlar alev almaya başladı. Çığlıklar, herkese gerçek hayatın sert sesini bağırıyordu. Ağızlardaki kanın, demir kokusunu andıran tadıysa, ölüm öncesi sunulmuş garnitür gibiydi. İnsanlar dördüncü kattan düşen bir kedinin dört ayak üstüne düşmediğini görmüş gibi şaşkın ve şok içindeydiler.
Bizim ikili, sıkıştıkları yerden bir saat sonra anca çıkabildiler. Bu bir saat içerisinde çığlıklar yerini kısa aralıklı sessizliklere bıraktı. Çünkü ara ara bazı ek patlamalar olmaktaydı. Malum vagon ise Tanrı’nın lütfuna bakın ki patlamak bilmedi. Kazadan yıllar sonra müzede sergilenme lütfuna bile erişti.
Kadim, ense kökünden hasar alan Firkat’i omzunda bir süre taşıyarak alandan uzaklaştırdı. Bir süre karayolunda yardım istedi. Fakat üç traktör, iki kamyonet ve iki taksi korkup selam vererek durmadılar. En son, sıfır model (1972) Renault Toros otuz metre ilerde durdu. Daha arabanın lastiklerindeki, kirpi dikeni kılıklı zımbırtıları bile dökülmemişti.
Beyaz saçlı bey sakin ve bir o kadar soğukkanlı tonda, “Bagajda naylon var evladım, onu getir bakalım.” dedi. Kadim Firkat’i omzundan pek de kibar olmayan bir hareketle yere attı. Bagajdan çıkardığı naylonu koltuklara özenle serdi. Tam binecekken beyefendi ona bir kolonya verdi.
“Ellerinizi temizleyin, kapılara daha sonra dokunun lütfen.” Bunları söylerken koltuğundan hiç kımıldamıyor ve radyoda frekans arıyordu. Kadim beyin ileriki yaşlarda nüksedecek olan sinir sorunu daha şimdiden ilmek ilmek işleniyordu.
“Peki efendim” dedi Kadim. Elleri hem yorgunluktan hem de aldığı darbelerden dolayı titriyordu. Kolonyayı ellerine dökünce küfürlü bir acı nidası attı. Firkat’i arka koltuğa yerleştirdi ve ön koltuğa titizce oturdu.
Kemerini ve aynaları kontrol etti. Kafasını camdan çıkardı, boş yolda etraftaki namevcut trafiği kolaçan etti. Sanki ehliyet sınavındaydı bu bey, inip arabanın altında kedi var mı diye bakmasını bekledi Kadim. Lakin yapmadı.
…
Yunus bey nazımda olduğu gibi nesirde de ustalığı gösteriyor kutlarım :)