Zırva Zamazingo Serisi 1
Unutkan işbirlikçinin ikilemi
Ayağımı kaldırdığımda, tabanında bir miktar kan vardı. Şu andan itibaren, kendime çeki düzen vermem gerektiğini fark ettim. Ayağımı yerdeki taze kan gölüne tamamen batırdım. The North Face ayakkabılarımın izleri, gölden uzaklaştıkça azalarak yok oldu.
Bundan on yıl evvel, ne adım ne de sanım bir mahalle bakkalı tarafından bile bilinmezken, şu an burada ne yaptığımı ne de yapacaklarımı size anlatmamın bir anlamı yok. Çünkü insan tasavvuru, çoğu zaman kırmızı bisikletine binemediği halde, onu yanında taşıyan, ebleh bir çocuk kadar aklı havada tavır sergiliyor. Kendini abartılı anlatmak ve elindeki cisimleri sergilemek acizliğinde kayboluyor. Oysa dünya, beni ve s*kindirik bisikletimi vakur ve gıcık bir duruşla, inadına umursamıyor…
Sabaha karşı, kapımı hızla kapattıktan sonra çarşafları kırışmış yatağıma doğru geçmeyi hayal ettim, eğer uyumuyorsam yaptım da sanırım. Camlar ağustos sıcağına inat sonuna kadar açık. Gözüm tam elimin sırtındaki kurumuş kan tanelerine takılmışken, kirli tül perdeye yatay düşen gölgelerde bir hareketlenme oldu. Uzandığım yerde ölü taklidi yapmaya başladım. Sanki bir koltuk kadar yayvan ve yerleşik bir hal aldım. Sherlock Holmes’den bir sahne geldi aklıma, oysa polisiye çok saçma bir tür! Konsantre olmam gerektiğinde hep böyle aptallaşırım.
Tam kedi sanıp küfrü pencere camına savuracakken bir ayak pencere kenarına bastı. Bu anda bir ses mi yapmalıydım, yoksa koltuk rolüne devam mı etmeliydim? Cat marka botları oldum olası sevmem zaten, kaba ve bok rengi görüntüsü ile bir de çamur da karışınca, tam da pencereme layık oldular. Bu çamurlu bağcık bağlama şeklini nerede görsem tanırım. Erdinç Dörtinç salağı bu!
Ölü taklidimi ustaca uyur taklidine çevirdim. Aradaki farkı sinekler bile anlamadı. Erdinç, kapı kapatır gibi pencereyi kapattı ve koltuğa başı değmeden bir saniye önce uyudu.
Sabahın serininden sonra alnıma vuran güneşle uyandım. Göz ucundan pencereleri kestim, burnum havasızlıktan tıkanmıştı. Hemen gidip bir hışımla tüm pencereleri açtım. Oldum olası sevmem sabah sekiz güneşini. Bugün Firkat Feza Yapayzeki ile yeniden buluşmam gerekiyor. Elde var bir randevu. Hiç sevmem! Ayıklıkla sarhoşluk arası bir araba yolculuğunda seyrediyorum ana caddeyi. Yolda, Erdinç Dörtinç’in evde olduğunu ve kapıyı üzerine kilitlediğimi hatırladım. Neyse, nasıl olsa pencereler açık.
Bana yanan ışığı iki defa iplemedim. Sabah erken saatte böyle olur. Sorumlusu ben değilim, boş sokaklar. Gece geç saatlerde yanıp sönen turuncu ışıkların, sabah erken saatlerde de kullanılmasını önereceğim Karayolları’na.
Tüm kural ihlallerime rağmen David People Cafe’nin önüne gelebildim. Firkat Bey, bir çay ve simidi boğarken, hiç birisini bekler bir havası takınmıyor. Sanki işe geç kalmış da o yüzden ayaküstü kahvaltı yapıyor.
“Miirim erken geldiniz, lakin ben dün bakın…”
Sol elimle kendi kol saatine işaret ederek susturdum ve sinirle oturdum.
“Hızlı yiyin Firkat Bey gitmemiz gerek.”
Benim gelişim, az önceki avını çiğ yiyen o adamı, kibar bir beyefendiye çevirdi. Hiç kullanılmadığı anlaşılan peçete, simit lokmalarının ardından ağıza, bir silecek nidasıyla cila çekmeye başladı. Bu iştaha, ben de olsam sizin gibi şişman bir cüsse hayal ederim. Fakat, halk arasında kuru göt diye tabir edilen, yiyen ama yaramayan tiplerden Firkat Bey.
Son lokmasını ağzına attı ve çiğnemeyi bitirmeden:
“Ellerimi dört defa yıkadım velhasıl bu boya çıkmıyor, efendim.”
“Boya değil Firkat Bey, kan o.”
“Ne zaman anlatacaksınız gemideki hususu?”
“Dün yolda anlattım ya.” Firkat Bey’in kısa süreli unutma hastalığı var. Pre-Alzheimer. Bazen hastalığı da unutuyor ve hatırlatılmasından hiç hoşlanmıyor.
“Evet, haklısınız.” diyor asık bir suratla.
“Şimdi Firkat Bey, sizin beklediğiniz noktadan ayrılmanız tüm planlarımızı bozdu. Öncelikle bugün aynı yere gidip bazı izleri silmemiz gerekir. Ardından size paranızı verip, tüm bu olanları misliyle tekrar anlatacağım. Şimdi, dördüncü çayınız da bittiyse gidelim.” Aslında olanları başından beri biliyor. Söylenenleri hatta yaşananları unutabilen, yani doğal olarak unutan bir işbirlikçi bulabileceğinizin en iyisidir.
1960 model siyah Chevrolet İmpala’nın yan koltuğuna oturan Firkat Bey, her yeni görenin (?) yaptığı gibi iç dizaynı incelemeye koyuldu. Klasik radyoda çalan Vivaldi’nin La Folia’sı eşliğinde sahil yolundan hızla iskeleye ulaştık. Büyük kuru yük gemileri arasında en küflü olanı aramaya koyulduk.
“Sayın Yapayzeki?” Firkat Bey her zaman yaptığımız işin ne kadar alçak olursa olsun, ciddi olmasından ve ciddi konuşulmasından haz duyar.
“Buyrun Kadim Bey.” Bu arada, tam adım Sırrı Kadim Basma ve sadece ailem bana Kado diye seslenir.
“Geminin üzerinde Skolastik Plastik yazıyor. Dikkat edin lütfen, kaçırmayalım.”
“Sko… ney?”
“Mavi çizgili bir logo arayın efendim.”
“Logo nedir efendim, Türkçe konuşun.”
Uzun uğraş ve stres altında gemi, başladığımız noktanın sonuna yakın bir yerde çıktı. Gece insanın oldukça aklını karıştırıyor.
Arka cebimden küçük bir deterjan ve Firkat Bey’in hiç çıkarmadığı ceketinin iç cebinden küçük bir fırça aldım. Firkat Bey şaşkınlığını gizleyemedi. Soracak oldu, sanırım unuttuğunu anımsadı.
Ortalıkta tek tük birkaç insan sabah koşusu yapıyor. Kan izlerine siper oldum ve nöbete başladım. Firkat Bey’ e arabayı getirmesi gerektiğini söyledim. Araba geldi. Siyaha çalan kurumuş kan lekelerinin üzerine durdu. Arabaya bozulmuş havası vererek arabanın ön kaputunu açtım ve Firkat Bey’i kaygılı bir figüran olarak oraya yerleştirdim. Arabanın altına uzanıp bir güzel alanı Pril marka deterjanla temizledim. Sonra da arabanın atık yağının kapağını açarak alana zerk ettim. İşlem tamamdı. Gidebilirdik.
Kafamı kaldırdığımda, Firkat Bey kaputta emekli subay tıraşlı, eşofmanlı bir bey ile sağlam arabayı tamir etmeye çalışıyorlardı. Bu işlerden hiç anlamayan iki ihtiyar kah o vidayı gevşetiyor kah o hortumu söküyor. Kızmamak için dişlerimi sıkarak:
“Burası tama…” diyemeden. Firkat Bey patronvari bir hava ile:
“Hayrola, neticelenmedi mi daha şoför bey? Haydi işe geç kaldım yahu!” diye azar çekti bana. Yüzümün sinirden kızarmaya başladığını hissettim.
“Ee… Efendim neredeyse bitti” deyiverdim, şaşkın ve aptal bir tonla.
“Çabuk şu karbiratöre de bak!” Sonra sesini alçaltarak “Efendim beceriksiz şoför almayacaksın işe, şuna bak yağ içinde kalmış ama marifet yok.” Rolünün hakkını veriyordu. Fakat iki monşerin klasik bir Chevrolet’in ön takımını dağıtmaları hiç hazmedilir gibi değildi. Sohbet ederek, adamı uzaklaştırdı ve geri geldi.
“Firkat Bey, araba tamir etmeyi biliyorsunuz herhalde?”
“Neden?”
“Yoğun sohbetiniz sırasında Siyah İnci’ye bir hayli hırçın davranmışsınız sanki…”
“Siyah İnci gemi değil miydi KadimBey?”
Özürler dilendi, birkaç deneme yapıldı fakat araba çalışmıyor. Son karar olarak bu kadar dikkat çekici bir arabayı, Skolastik Plastik gemisinin yanında bırakmak zorunda kaldık. Hem de Hemmet yazı fontu ile arka camında “siyah inci” yazan bir arabayı.
Firkat Bey bunları yarın yine unutacak ve buraya geldiğimizde,”Bu araba kimin, Siyah İnci gemi değil miydi?” gibi ömür törpüsü sorular soracak.
Eğer işbirlikçiniz her şeyi unutuyorsa, sizde peygamber sabrı olması gerekir.
Zamazingo 2 yayında, meraklısına...
Güzel bir öykü anlatım, isimlendirmeler, espriler yerinde. Bir dolu yaşanmışlığın mizahi anlatımı. Mizah kesinlikle zor ve emek isteyen bir iştir, Yunus kardeşimiz başarmış gözüküyor bunu. Kutluyorum içtenlikle...