Zorlu Dönemeçler -1 - B 1- 46 - 50

46. ÜÇÜNCÜ NESİL ABACI?(üçüncü hısımlık)

Nadire ablamı da, Abacılardan, Mustafa Çavuşun büyük oğlu, Fevzi'ye nişanlamışlardı. Bu işe biraz bozulmuştum. Abacı sülalesine, bu, üçüncü defa kız vererek akraba oluşumuzdu. Önce Ebem, sonra anam, şimdi de ablam.! İnşallah, ölüm, boşanma, kuma getirme sebebiyle, dedesi , babası, Yusuf ve H. Hüseyin amcaları gibi, bu Abacı da başka bir kadınla ikinci bir evlilik yapmaz, Nadire'yi mutsuz etmezdi.
Fevzi'ye , henüz, enişte demeye alışamamıştım. Kendisi , aslında iyi bir delikanlı idi. Babamın rahlesinden ders almış, eski Türkçe okuyup, yazmasını ve kur'anı Ondan öğrenmişti. Ayrıca, büyük olmasına rağmen, bizimle beraber okula gitmişti. Babası gibi, konuşması da güzeldi. Bana da çok iyi davranıyordu.Bir gün beni bularak,
-Haydi seninle odun etmeye gidelim, dedi. ilk defa böyle bir teklifte bulunuyordu. Anlaşılan, kayın biraderinin kalbini kazanmak istiyordu. Halbuki, o güne kadar, oduna, hep, küçük kardeşi Osman giderdi.
Eşeklere binerek yola koyulmuş, taa Kızık yaylasının arkalarına, Sorgunun ormanlarına ulaşmıştık. Odun toplamak için, benim gittiğim en uzak mesafeydi bu. Çamlar arasından bakınca, Sorgunun yeşil çayırları, seyrek, seyrek ve sırf ağaçtan yapılmış evleri görünüyordu. Bu ormanlık sahalar, Fevzi'nin çok iyi bildiği yerlerdi. Çünkü, anası ölünce, babası, Sorgunlu bir kadınla evlenmiş, dolayısıyla, Fevzi buralardan çok gelir, geçer olmuştu.
Burada kesilmiş ve kurumuş odun çoktu. Kısa zamanda işimizi bitirmiştik. Zaten öğle olmuş, karnımız acıkmıştı.
--Gel şurada bir kaynak var, azığımızı orada yiyelim diyerek beni oraya doğru götürmüştü. Kaynağa ulaştığımızda, şırıl, şırıl billur gibi suyun aktığını görmüştüm. Elimi soktuğumda, buz gibi soğuk olduğunu hissettim. Çamların gölgesine, çimenlerin üzerine oturup, azık çıkınlarımızı açtık; benimkinden soğan zeytinden başka gözleme çıkmıştı. Annem gözlemeyi çok iyi ve lezzetli yapardı. Gözleme yaparken, daha ziyade, haşhaş yağı kullanır, bu da gözlemeyi çok yumuşak ve lezzetli yapardı. Her yiyen anamın gözlemesini methederdi. biraz da cevizli sucuk vardı. Anam cevizli sucuğu da çok iyi yapardı. Her halde damadına ikram edilsin istemişti. Onun ekmeğine tereyağı sürülmüştü. Bunları bölüşerek, iştahla yerken,
-Bal, baklava olsaydı bu kadar iştahla yemezdik, dedim.
-O da var, demez mi?!. Çıkının bir tarafından, defter kağıdına sarılmış tahin helvasını çıkarıp önümüze koyuverdi. Şimdi durumu anlamıştım. Nişanda, Güdül'den, tepsilerle helva yaptırılır, diğer, armağanlar mey anında, kız evine gönderilirdi. Bu, köyün, unutulmayan, geleneklerinden biriydi. Bize gelen helvayı, sağa, sola dağıtmış, çoktan bitirmiştik. Demek, Fevzilerin evinde tahin helvası, hala mevcuttu . Helva ile gözleme, bir arada çok iyi gitmişti. Azığımızı yedikten sonra , öyle susamıştım ki! Kaynaktan avuç, avuç buz gibi su içtiğimi ve içtiğim suyun tadı ve lezzetini hiç unutmayacaktım. ...

47. KADERİM VE BİR VAAD

İkiz eniştemi, her gördüğümde, sakız gibi yapışıyor, ilk baharda , beni de İstanbul'a götürmesi için yalvarıyordum. O da, Yusuf Ağadan çekiniyor olmalı ki, bana olumlu veya olumsuz bir cevap veremiyordu. Ne de olsa, O , köyün muhtarıydı, arasının bozulmasını istemezdi. Ama bütün köylü biliyordu ki, Yusuf Ağa , beni bir köle gibi çalıştırıyordu. Artık işine yarar hale gelmiştim. Acaba, beni elinden kaçırırsa kızar mıydı? İşte eniştem bunları düşünüyordu. Ama yine düşünmeden edemiyordu. Bu , böyle ne kadar devam edebilirdi. Çünkü , biliyordu ki benim için köyde hiç bir istikbal yoktu. Çileli bir hayatın karşılığı, koskocaman bir sıfırdı.
Oturduğumuz evin penceresinden, köy odasının önü görülüyordu. Bir ara baktığımda, büyükler oturmuş, konuşuyorlardı, Aralarında Ekiz eniştem de vardı. Onu görünce sevinmiştim. Çünkü, karısına ve kızlarına fazla yük yükleyen köylülerden değildi ve buraya seyrek gelirdi. Hemen yanına giderek,
-Enişte! İstanbul'a giderken beni de götürecek misin ? diye tekrar, tekrar yalvarırcasına sorunca, etraftakilerin de teşvik eder mahiyette konuşunca:
_-Peki! Söz veriyorum ,götüreceğim. Seni götürür, Muhittine teslim ederim, deyiverdi. Bu söz beni çok sevindirmişti. Hemen sarılıp elini öpmüştüm. Ona güvenim sonsuzdu. Yapamayacağı bir şey için söz vermesi mümkün değildi. Bu arada köylülerden biri kendine göre parlak bir fikir ortaya atmıştı.
-- Yahu! Bir de muhtara sorun. Belki, kızı Emine'yi Yusuf'a verir de, oğlanın İstanbul'a gitmesine gerek kalmaz!. Diğerleri ise bu fikre itibar etmediklerini gösterir harekette bulunmuşlardı.
Artık, ilk baharı iple çekiyordum Kendime biraz güven gelmişti. Eskisi kadar zavallı hissetmiyordum. İçinde bir ümit belirmişti. Gidecektim ve ne olursa, olsun, köye dönmeyi düşünmeyecektim.
Şubat, mart, nisan derken, günler geçtikçe, heyecanım artıyordu. Ama , ilk bahar başlar başlamaz, dağlar ve bağlar bizi bekliyordu. Nisan ayında, ellerimin derileri yine yüzülmeye, kara meşeleri tutup keserken kanamaya, sızım, sızım sızlamaya devam ediyordu. Acı ve göz yaşım birbirine karışırken, yakında kurtulacağım diye, sabır ve kararlılığımı sürdürüyordum. Acaba , beni oralarda , neler bekliyordu;? Ondan hiç haberim yoktu.
İş artık ciddiye binmiş, Yusuf Ağa da bunu kabul eder görünüyordu. Bir gün
- Senin nüfus kağıdın yok, nasıl gideceksin.? Neyse, , Pazartesi günü, Güdüle beraber gidelim de sana nüfus kağıdı çıkartalım, başka çare yok, dedi . Gerçekten, Güdüle beraber gitmiş, önce şipşak fotoğrafçıya, oradan da nüfus dairesine giderek, 'ZAYİNDEN ibaresi bulunan gecikmiş nüfus kağıdımı almıştık.
Köyde , okul diplomanı da yanına al diye öğütte bulunanlar ve hâlâ Yusuf Ağanın , nasıl olup ta benim gitmeme razı olduğuna şaşanlar vardı.
Anam, günler yaklaştıkça, üzüntüsünü belli etmeye başlamıştı. Bir gün anama,
-Biliyorsun, pantolonum, bir kaç yerinden hem de kat, kat yamalı, Sorgunlu Ebeye söyleyiver de , bana bir pantolon dikiversin. Onun dikiş makinesi olduğunu söylemiştin, Nede olsa , Nadire'nin kaynanası olacak!. Anam da 'peki söylerim' demişti. Ama bu hevesim tahakkuk etmeyecek, kursağımda kalacaktı.

48. KÖYE VEDA (ilk dönemeç)

Beklenen gün gelmişti. Yarın sabah , toplu halde yola çıkacaktık.
Anamla, epeydir aynı odada yatıyorduk. Sabaha karşı, uyandığımda, Onu, baş ucumda gözlerinden ipler gibi süzülen yaşlarla, bana bakar buldum .. Çok duygulanmıştım, kucağına atılıp, sımsıkı sarılıp, öpmek istedim. Ama, böyle şeylere alışık değildim. Beni kucağına alıp sevdiğine hiç şahit olmamıştım. Sanki bana hep büyük bir insanmışım gibi davranmıştı. Göz yaşlarımı içime akıtarak, uyuyor numarası yapmıştım.
Sabah, tarhana çorbası- boğazımdan, sanki, katı bir yiyecekmiş gibi geçti. Sırtıma, eski bir mintan, yamalı bir pantolon, ayağımda çarık, başımda ise eski bir kasket vardı. (Sonraki yıllarda, bu duygularımı, aşağıdaki dörtlüklerle dile getirecektim.)

Köyden göçtüm şehir' e, bu sefer sıla hasreti
Çıkaramam başımdan, buruşuk, eski kasketi,
Çarığı çıkarıp, ibret için, toprağa gömdüm.
Köyden çıktım, amma, şimdi, bir rüya gördüm.

Öksüz ve yoksul, zorda kalınca,
Çocuk yaşta düştüm gurbet yoluna,
Yaşam savaşına, ilk kez dalınca,
Tutunmak istedim bir dost koluna.'

Anamla Nadire, göz yaşlarını tutamamış, ağlıyorlardı. Emine de üzüntülü görünüyordu. Yusuf Ağanın yeni karısı da üzüntülü gözlerle bana bakıyordu. Anamın hazırladığı erzak çıkınını belime sardım, tahta merdivenlerden inerek, avludan dışarıya çıktım.
Namazdan çıkan köylülerin bir kısmı, köy odası önünde oturmuş konuşuyorlardı. Namaz kılmadığı halde, Yusuf Ağa da oradaydı. Diğerleriyle beraber Onun da elini öptüm. Hâlâ
--Yusuf Ağa! Bu çocuğu bırakmayacaktın, yazık oldu, diyenler vardı. Ama O hiç sesini çıkarmıyordu.
Oradan, aşağı harmanlara doğru uzaklaşırken, anamın ve diğerlerinin, camdan bana baktıklarını hissediyordum. Dönüp baktığımda, hala oradaydılar.
İkiz eniştem ve diğer gurbetçiler harmanların orada toplanmışlardı. Sabahın erken saati olduğundan, yakınlarından başka, fazla uğurlayıcı yoktu. Şükriye ablam ve çocukları oradaydı, Onu görünce, ebem aklıma geldi. Nasıl olup ta, Onu unutmuştum.
--Enişte ! siz gidin, ben size yetişirim, diyerek, eski evimize, ebeme koştum. Ebem, evin kaşında, iki büklüm, ayakta, sokağa bakıyordu. Merdivenleri, ikişer, ikişer çıkarak Ona ulaştım. Eniştem bu gün gideceğimizi söylediği için, O da beni bekliyordu.
- Gel, Yusuf um! Son defa seni öpeyim, deyince birbirimize sımsıkı sarılıp kucaklaştık. Ayrılıp, uzaklaşırken de, 'beni unutma Yusuf'um 'diye sesleniyordu( nereden bilebilirdim ki, bu , gerçekten, Onu , Şükriye ablam ve çocuklarını son görüşüm olacaktı).

49.. YAYA 100 KM.

Güdüle varınca, ufak bir veda faslı da orada yaşandı. Gurbetçilerden Güdüle kadar eşek sırtında gelenler vardı. Eşeklerini, diğer köylüler geri götürecekti.
Artık, yaya olarak, yola koyulmaya hazırdık. Kimimizin azıkları, belinde sarılı, kimimizin de omzunda taşıdığı heybe içindeydi. Güdül'den sonra yol yokuşa vuruyordu. Hacılar, Sapanlar derken, Sivrinin oraya ulaşmıştık. Burada, kuyu başında, oturup dinlendik. Bu sivri tepeden, geldiğimiz yöne baktığımızda, arazi bir çanak gibi görünüyordu. Çanağın en çukur yerinde olan Keşenuz görünmüyordu. Arazinin yapısı, onu görmemize engel oluyordu. Buradan uzağa doğru, Sapanlar, Hacılar, Güdül, Kamanlar, Karacaviran, ve en nihayet, hepsinden yüksekte Sorgun dağlarının eteğinde, bizim köy görünüyordu. O kadar geniş arazi içinde yalnız sorgun dağları yeşil orman olarak kalmıştı. Bağların ve tarlaların yeşillikleri belliydi. Diğer yerler ise bozkır ve boz bir renkle kendini gösteriyordu. Bu dinlendiğimiz yer, 'Sivri' adıyla anılıyordu ve Güdül Ayaş arasında en yüksek geçitti. Geceleri, köyden baktığımızda, tek tük de olsa buradan Güdüle inen arabaların farlarının ışığını görür merak ederdim. İşte şimdi, buradan, köye bakıyor ve elveda diye el sallıyordum.
Ayaş'a varmadan, hava kararmaya başladı. Eniştem,
--Bu arazi, Ilıcaya ait, burada konaklayıp, geceyi geçirelim, dedi. Burada su bol ve arazi ağaçlıktı. Çıkınlarımızı açıp, hava kararmadan azıklarımızı yedikten sonra, herkes, uzanıp yatacağı bir yer aramaya başlamıştı. Hepimiz, kırlarda, tabiatın kucağında yatmaya alışıktık. Fakat burasının farklı olduğunu, hava kararınca anlayacaktık. Etrafımızı, sanki bir sivrisinek bulutu sarmıştı. Bizim köyde daha ziyade, kara sinek olurdu, böyle sini hiç görmemiştik. Herkes, çırpına, çırpına bi hal olmuş, netice de yola devam etmeye, sivrisineksiz bir yer bulduğumuzda, orada gecelemeye karar verilmişti.
Ertesi günü, güneş doğmadan, yola düzüldük. Ayaş belini tırmandıktan sonra iniş başlamış, ve akşam üstü, Sincan'a vasıl olmuştuk.

50. .KARA TREN

Sincan, Güdül'den daha büyüktü. Daha yüksek binalar vardı. İlk defa tren istasyonunu, yük vagonlarını ve rayları görüyordum. Köyden buraya kadar 100 km. lik mesafeyi, yaya yürümüştük ama, ümit ve sevinçten, fazla yorgunluk hissetmiyordum.
Eniştem, hepimizin namına, toptan, tren biletlerini almış, diğerleri , bilet paralarını ödemiş, benimkini, eniştem üslenmişti. Aslında, hepsinin cebinde ancak tren biletine ve tren yolculuğuna yetecek kadar parası vardı. Bu sebepledir ki 100 km. mesafeyi yayan yürümek mecburiyetinde kalınmıştı. Halbuki Paramız olsaydı, külüstür de olsa, seyrekte işlese, Güdül'den, Ankara'ya yolcu taşıyan otobüslere binebilirdik. Tren, Sincan'a, gecikmeli olarak gelmişti. Hepimiz, boş bir vagon bulup , tahta kanepelere oturduk, Bu, kömürle işleyen, kara trendi. Yolculuğumuz, geceye denk gelmişti; Uyur ,uyanık giderken, tren her istasyonda duruyordu. Bir şeyler, bir yerler görme arzusuyla, pencereden dışarı bakıyor, fakat, gemici fenerleriyle aydınlatılan, bir iki istasyon binasından başka bir şey göremiyordum. Biletleri kontrol eden adam,
'-Eskişehir, Eskişehir'e geliyoruz' diye seslenince, gözlerimi açtım. Burası daha büyük, ışıkları daha parlaktı. İstasyonda, bir kaç kişi inmiş, bir kaç kişi de binmişti. Tren tekrar, çuf, çuf diyerek giderken, yavaş, yavaş diğerleri gibi, benim de uykum gelmişti. Gün doğarken, gözlerimi açtığımda denizi gördüm,
-- Denizi gördüm enişte, ! denize geldik, deyince, Eniştem gözlerini açıp, şöyle etrafına bi bakındı ve
-- Bu, deniz değil, Sapancı Gölü, oğlum, dedi. Gölü ve İzmit körfezini görünce hayrette kalmıştım. ( Bu hatıra ve hissimi, daha sonraki yıllarda, aşağıdaki dörtlükle ifadeye çalışmıştım)

'İlk tren yolculuğu, henüz çocuk bendeniz;
Sapanca Gölünü, sandım, büyük bir deniz,
Marmara'yı görünce hayrette kaldım.
Güneş batar iken, hayale, ummana daldım')

03 Şubat 2013 12-13 dakika 79 öyküsü var.
Yorumlar