Zorlu Dönemeçler-1-B2-6-B3-1

6. İKİNCİ BAYILMAM
Tramvay hattı, Kızıl toprakta ikiye ayrılıyor, biri Bostancıya, öbürü Fener bahçeye uzanıyordu. Hatların ayrıldığı, üçgen sahada da tramvay deposu vardı...Fener Bahçe ve Kalamış kıyıları, suyu billur gibi, tabii plajlardı. Fener bahçenin doğusunda, askeri depolar geniş bir sahayı kaplıyordu. Bu depolara kadar uzanan ayrı bir demir yolu hattı mevcuttu.
Genellikle , Fener Bahçe ve kalamışta denize girerdik. Tabii ki, sığ yerlerde ve don paça, çünkü , henüz yüzme bilmiyordum.
Bilmediğim bir şey daha vardı ki , neredeyse, başıma büyük işler açacaktı. O da tramvaydan atlamaktı. Dikkat ederdim (nasıl dikkat se), ben yaştaki çocuklar, tramvayın demirlerine tutunurlar, tramvay hareket halindeyken, pat,! Pat! yere atlayıverirlerdi. Çocukluk değil mi, bir gün ben de heves ettim; Fener Bahçeden tramvaya binmiş; artık bizim muhite, yani Kızıl Toprağa geliyorduk. Tramvay deposunun önünde, tramvay hareket halindeyken ve ana hatta geçerken kendimi ileri doğru yere bırakıverdim. Bayılmışım. Kendime geldiğimde, bir sürü insanın etrafıma toplandığını gördüm. Hanımlar v e beylerin hep bir ağızdan;
- Bakın,! Bakın! gözlerini açtı, kendine geliyor, dediklerini duydum. Bu İKİNCİ BAYILMAMDI. Allaha şükür ki yaşıyordum. Bu hata, beni öbür dünyaya da gönderebilirdi. Bir hayli korkmuştum; Oturduğum yerde, biraz daha bekledim, kendimi biraz daha toparladıktan sonra,, söylenen, tenkit edenlerin arasından, sessizce , çekip gittim.
Korkuyu yenmenin yegane çaresi, korkunun üzerine gitmekti. Ben de öyle yaptım. Başka bir sefer, çocukların atlarken yaptıkları hareketlere dikkat kesildim. Atlarken, kendilerini, tramvayın biraz arkasına bırakıyorlardı. Ben de ikinci denememde öyle yaptım. bu defa zafer benimdi. Sanki mühim bir şey yapmışım gibi, gurur duymuş, kendime güvenim artmıştı.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
1. DÖNÜŞ YOLU..
Eylülün ikinci haftası olmuştu. Mahalleye çıkma işleri, artık, yavaş, yavaş tavsamıştı. Bostanlar da sararıyordu. Ya bana ikinci bir iş bulunacak, ya da , köylülerle beraber, köye dönmek mecburiyetinde kalacaktım. Muhittin, bir gün, suskunluğunu bozarak,
-Kırıkkale fişek fabrikasında , uzaktan akrabamız olan biri, bir usta başı var; oraya gidelim ve Ondan, senin için bir iş isteyelim' dedi.
- Olur, ama, senin bu kulüben ne olacak?
-- Onu kapatır gideriz, bir şey olmaz, hoş olsa da fark etmez ya! Zaten, havalar soğuduğunda, her zaman olduğu gibi, ucuz bir otele çıkarım.
Köylülerden bir grup, dönme hazırlığına girişmişlerdi, biz de öyle yaptık. Çok geçmeden, Ankara'ya, tren biletimizi bile almıştık.
Son akşam, Fener yolundaki kahveye uğradık., Bizden sonra geleceklere veda ettik. Onlara durumu ve dönmekteki maksadımızı izah ettik.
Ertesi günü, öğleye doğru, trene, kömürle işleyen kara trene bindik. Üçüncü mevki, ve tahta kanepeler. Bostancıya kadar, veda edercesine, güzel köşk ve bahçeleri, gıpta ile seyrettim. Zaten hiç, bunca güzelliklere, haset ve kıskançlık duyarak bakmamıştım ki. Bu güzel yerlerden ayrılıp, yine çile çekmeye, köye mi dönecektim? Yol boyu , Tanrıya dua ediyordum.
'Tanrım, yalvarırım! Böyle aciz durumdayken, bi daha beni köye döndürme'! Ben böyle içimden, dua ederken, Muhittin, birden bire
-Yusuf!, İzmit'te bir akrabamız var, belediyede, mevki sahibi biri, Ben askerliğimi yaparken, gidip görmüştüm, istersen Ona bi uğrayalım! Belki sana bir iş buluverir
-Olur, ama Ankara'ya bilet almadık mı? O bilet yanmaz mı? diye sorunca ;
-Yanarsa , yansın! İzmit'te inelim bakalım, bizi nasıl karşılayacak? Duruma göre, ne yapacağımıza sonra karar veririz. Böyle bir karara vardıktan sonra, köylülere de bundan bahis ederek, Onlara veda ettik ve İzmit'te, trenden indik. Belediye binasına girdiğimizde, koridorlarda, resmi ve sivil kıyafette, pek çok insan dolaşıyordu. Muhittin, resmi kıyafetli, birisinin yanına sokularak, bir şeyler sordu; galiba zabıta memuru idi.
-İşte şu oda! Ama, ben , kendisine bi sorayım, diyerek-içeri girdi-. Girmesiyle, çıkması bir olmuştu.
-Girin , çocuklar! Sizi bekliyor, deyip, kapıyı açıverdi. Biraz çekingen, içeri girdik. Masanın arkasında, yakası kırmızı resmi ceketli, gözlüklü, çıplak kafalı, şişmanca bir kimse oturuyordu. Gözlerini bize çevirmiş, gözlüğünün üstünden, bizi süzüyordu. Muhittin, biraz yaklaşarak;
-Dayı, ben Muhittin! Yelli köyünden, dayın Molla Süleyman'ın oğluyum, Bu da , kardeşim Yusuf! deyince, dayımız, yavaş, yavaş yerinden kalktı; benim yüzüme baktı ve ;
-Ne kadar, rahmetli Yusuf ağabeyine benziyorsun, deyerek, bana sarıldı, yanaklarımdan öptü. Yüzüne baktığımda, gözlerinin yaşla dolduğunu fark ettim.
Ben çok duygulanmıştım. Bu gözyaşları, dayısını ve rahmetli ağabeyimi ne kadar sevdiğini anlatıyordu. Böyle bir yakınlığı hiç beklemiyordum. Şaşırmış, biraz da sevinç ve gurur duymuştum
Bizi oturttu, çay söyledi. Masanın yanında oturan delikanlıyı göstererek;
-Bu da benim büyük oğlum, Erdem, dedi. Erdem, sarışın, yakışıklı bir delikanlıydı. Heyecandan, Onun, orada oturduğunu fark etmemiştim. Dayımız, bize, köyle ilgili bazı sorular sorduktan sonra, oğluna dönerek:
- Sen kardeşlerini eve götür, ben daha sonra geleceğim., dedi. Sessizce bürodan ayrıldık; yolda Erdem Ağabey Muhittin'le konuşmaya devam ediyordu.
Çarşının içinden geçerek eve ulaştık, ev fazla uzak değildi. Demirden yapılmış, bahçe kapısını açarak, çiçeklerle bezeli bahçeye girdik. Bahçenin bir tarafında kameriye altında oturanlar vardı. O tarafa doğru yürüdük. Onların, biz yaklaşırken, bizi merakla süzdüklerini fark etmiştim. Onlara yaklaştığımızda, Erdem:
-Anne, Bunlar babamın akrabaları imiş, Onları, eve getirmemi söyledi, deyince, meraklı bakışlar yok olmuştu. Herhalde, bizi işçi zannediyorlardı ki , bunda da hakları vardı. Muhittin,
-Yenge, benim, Muhittin , diyerek, kadının elini öpmüştü; ben de öyle yaptım. Bu arada, kıkır, kıkır gülen kızlara gözüm ilişmişti. Anlaşılan, kıyafetimi yadırgamışlardı. Muhittin'in değil ama, benimki gerçekten gülünecek durumdaydı. Ayağımda çarık, yamalı bir pantolon, rengi kaçmış bir mintan ve başımda eski bir kasket.
Yenge hanım benim ismimi sorunca; Bizden önce oğlu davranarak'-Yusuf muş, anne ' dedi. Bu defa , yenge hanım;
?Şöyle oturun, biz de tam çay içecektik, karnınız açsa, kızlar, bir şeyler getirsinler, deyince, ikimiz birden:
?Hayır aç değiliz, yenge dedik ve bankın bir kenarına, ezile, büzüle oturduk. Bize, gevrek simitle, beyaz peynir ve çay ikram ettiler. Simidin tazeliği. Kokusu, peynirin lezzeti, uzun süre damağımda kalacaktı.
Yengemiz kısa boylu, esmerce, iri kahverengi gözlü, yüzünün biçimi, biraz tatarımsı, kırk beş-- elli yaşlarında bir kadındı. Kızlar bir tarafta dururken, yiyecekleri ve çayı kendisinin getirmesi, Onun hareketli ve çalışkan bir insan olduğunu gösteriyordu.
Kameriye altında dört kız vardı. Onları, 'bu yeğenim, bunlar da benim kızlarım ' diye tanıtmıştı. Yeğenim dediği, uzunca boylu, düzgün vücutlu, esmer tenli, ela gözlü, güzel bir kızdı. Kendi kızlarından büyüğü, kısa boylu, sarı saçlı, yuvarlak yüzlü, mavi iri gözlü ve tombuldu. Üzerinde kısa bir entari vardı ve bahçede yalın ayak dolaşıyordu. Ortancası, esmer, siyah düz saçlı, siyah gözlüydü, üzerinde düz, ince bir entari, ayaklarında şıpıdık terlikler vardı. En küçüğü ise, buğday tenli, iri kahverengi gözlü, kahverengi kıvır, kıvır tek örgülü uzun saçlarına renkli kurdele takılmıştı. Dört , beş yaşlarında güzel bir çocuktu. Erdem ağabey, Muhittin'den biraz küçük görünüyordu. Boyu benden büyüktü. Sarışın, yeşil gözlü, kıvırcık, sarı saçlı, yakışıklı bir delikanlı idi. Davranışları kibar, konuşmalarında ise biraz, rekâket vardı. Dayım, bu benim büyük oğlum dediğine göre, bir oğlu daha olmalıydı, ama Onu henüz görememiştik. Kameriye altında otururken, yengemin ve Erdemin kızlara seslenişlerinden anladığıma göre: Büyükten, küçüğe doğru kızların adı. Ümmühan, Çiğdem, Menekşe, ve Fulya idiler. Ümmühan, yeğen oluyordu; gururlu bir görünüşü vardı: Sanki bize küçümseyerek bakar gibiydi.
İnsanları tetkikim bitmiş, sıra etrafıma gelmişti. Henüz evin içine girmemiştim. Ev, üç katlı, yeni inşa edilmiş bir bina idi. Ev kendilerine aitti. Üst katları, resmi bir müessesede kirada idi.
Bahçe, evin üç tarafını çeviriyordu. Her üç tarafında da yollar ve çiçek tarhları muntazam bir şekilde tanzim edilmişti. Batı taraftaki kısım biraz daha genişti. Burada meyve ağaçları için bir bölüm ayrılmıştı. Ayrıca , tavuklar için bir kümes, ve odun konacak bir depoyu içeriyordu. Meyve bahçesi bölümünde, vişne, kiraz, armut, erik incir gibi muntazam dikilmiş, fazla boy atmayan cinsten, ağaçlar dikilmişti. Yine evin batısında, binaya yakın büyük bir dut ağacı görünüyordu.
Daha, demir bahçe kapısından içeriye girer, girmez çiçeklerin canlı ve güzelliği dikkatimi çekmişti. Çeşitli renkte, hâlâ açan güller, sardunyalar, begonyalar, kına çiçekleri göze çarpıyordu. Bilinçli bir el tarafından bakım gördüğü belliydi. Hem bahçenin giriş tarafında, hem de batı tarafında, bahçe sulamak için musluklar vardı. Ayrıca, güney tarafta, çiçek bahçesinden bir duvarla ayrılan ve etrafı çitle çevrilmiş, oldukça geniş bir sebze bahçesi vardı ki bakımlı olduğu, domates, patlıcan ve biberlerin canlılığından, belli oluyordu. Ancak , buranın mülkiyetinin komşularına ait olduğunu söylüyorlardı. Boş olan bu araziyi, bir öneri üzerine, dayım ve çocukları tarafından, zorlu bir uğraş neticesinde, sebze bahçesi haline getirilmişti.
Biz otururken, küçük, beyaz tüylü köpek havlayarak, bahçe kapısına doğru seyretti. Şişman bir çocuk, bahçe kapısından içeri girer girmez, köpek Onun etrafında, fırıl, fırıl dönerek sevgi gösterisinde bulunuyordu. Şişman, bize doğru gelirken, bir taraftan köpeği seviyor, bir taraftan da bize merakla bakıyordu . Sanki , bu çulsuzlar da kim der gibiydi. Annesi;
-Hoş geldin Erkan, Bunlar, babanın akrabaları, deyince;
-Neden daha önce gelmemişler, neden geç kalmışlar! Evin inşaatı ve tamamlanması sırasında, Onları da çalıştırırdık, diye, güya şaka veya espri yaparak mutfak tarafına doğru yürümüştü. Annesi de
-Aç mısın Erkan, diye arkasından sesleniyordu.
Erkan sarışın, anormal şişman, büyük kafalı, kahverengi saçlı ve gözlü, tatar suratlı bir çocuktu. Benimle akran veya biraz daha büyüktü. Giysilerine zor sığıyordu.
Vakit epey ilerlemişti. Babamın yeğenini, yani dayımı bekliyor, bir an önce gelmesini, istiyordum. Her halde, bize soracakları vardı. Bizim de Ondan isteklerimiz olacaktı. Belki bana uygun bir iş bulabilirdi.
Kızların, çığlık ve şamataları arasında, bahçe kapısının sesini duydum; dayım geliyordu. Sırtında resmi elbise, başında şapkası, kısa boylu, toplu bir insandı. Yine gözünde özlükleri, elinde de bir paket taşıyordu. Paketi yengeme uzatırken,
-Dözem! Kaşar ve beyaz peynir aldım, dedi. Ayrıca, cebinden küçük bir paket çıkararak, yanına sokulan , sevip, okşadığı Fulya'ya verdi. Biz Onu görünce ayağa kalkmıştık,
'Oturun çocuklar' dedi ve şapkasını, Menekşeye vererek; -Hadi kızım! Bunu içeriye götür, derken, ceketinin düğmelerini açarak, yanımıza oturdu. Saçları dökülmüş, yalnız kenarlarında kalmıştı. Gözleri iri ve insanın içine nüfuz edercesine, bakıyordu. Artık sırası gelmişti; bize sorular sormaya başladı.
-Yusuf! Kaç yaşındasın? Kaçıncı sınıfa kadar okudun? Cevap verirken, bir yandan da nüfus cüzdanımı ve okul belgemi cebimden çıkarıyordum. Önce nüfus kağıdına bi göz attı ve;
-Doğum tarihin doğru mu? dedi. Benden önce Muittin cevap verdi.
-Pek doğru sayılmaz, dayı;! köy yerinde, askere biraz geç gitsin düşüncesiyle, nüfus kağıdını geç çıkartırlar. Sonra , dayım, okul belgemi alıp incelemeye başladı ve arkasından, bir soru daha geldi.
-Bu belgeye göre, üçüncü sınıfı iki sene önce bitirmişsin; öyle mi?
-Evet, Dayı!' diye cevap verdim.
-Peki, o iki sene zarfında ne yaptın? Neden okumadın? Aslında bu sorunun cevabı uzundu. Kısaca:
-Okula devam edebilmek için, başka bir köy veya kasabaya gitmem gerekiyordu. Böyle bir imkanım yoktu. Dağda, bayırda çalıştım, cevabını verdim. Muhittin;
-Dayı! Yusuf'a bir iş , derken; O sözünü kesti. Bir taraftan yengeme bakarken, bir taraftan da;
-Bu gece burada kalın, yarın düşünürüz, dedi. Kalmamız hakkında, yengemin de tasvibini almak ister gibiydi.
Bu konuşmalar sürerken, zaman geçmiş, hava kararmak üzereydi. Yengeme dönerek;
-Dözem! Ben acıktım, çocuklar da acıkmıştır , yemek hazır değil mi? Diye sordu. Sesinde, biraz da otoritesini kanıtlamak ister gibi bir hal vardı. Demek yengemin adı, Dözem di; böyle de isim hiç duymamıştım !
Akşam yemeği hazırlıkları başlamıştı. Daha ziyade , yengem koşuşturuyordu, Kızlar bahçenin bir tarafında, muhabbette idiler. Oğlanlarsa, böyle şeylere hiç karışmıyorlardı. Muhittin de kont gibi oturuyordu. Yengeme yardım için, sessizce kalktım, O mutfak kapısından, bana tabak, bardak, çatal, kaşık veriyor, ben de onları, kameriyenin altındaki, üzerine muşamba yayılı, masanın üzerine yerleştiriyordum. Sofra hazır olunca, nihayet kızlar da çağrılmıştı. Ümmühan yoktu, herhalde evlerine gitmişti.
Yemekte, ekmek tahdidi yoktu. Ekmek dilimlerini, yığılı görünce şaşırmıştım, Bu bolluğun sebebini, bazı şeyler gibi, sonradan öğrenecektim. En çok yoğurt çorbasını ve nar gibi kızarmış, böreği sevmiştim. Yoğurt çorbası, biraz tarhana çorbasını andırıyordu ,ama çok farklı ve lezzetliydi. Böreği çok sevmeme rağmen, bir dilimle iktifa etmiştim, Hem dilimler çok büyük kesilmiş, hem de aç gözükmek işime gelmemişti. Erkan ise, börek dilimlerini, sanki çiğnemeden yutuyordu. Elleriyle yediği için, böreğin yağları, neredeyse, dirseklerinden akacaktı. Börek tepsiyle ortaya konmuştu ve hemen, hemen yarıya inmişti.,. Yengem, Erkan'a
-Artık yeme, çocuğum, yeter' dediğinde,
-Ya! Onu fırına, kim götürdü, getirdi, benim hakkım herkesten fazla olmalı, diye cevap veriyordu. Yemek bitikten sonra, sofrayı kaldırırken de yengeme yardım etmiştim, O sırada kızların her biri, bir taraf dağılmıştı. Yengem mutfakta, bulaşıkları yıkamakla meşguldü. Dayım;
-Ben, biraz erken yatacağım , diyerek içeri girmişti. Biz dört erkek kameriyenin altında oturmaya devam ediyorduk. Erkan, durmadan, şaka ve şaklabanlıklar yaparak, bizi güldürüyordu,, Erdem ise, Onun yaptıklarına gülmekle beraber, daha olgun ve ciddi bir tavır sergiliyordu. Erkan dahil, çocukların hepsi, ağabeylerine karşı daha saygılı davranıyorlardı. Artık yatma zaman gelmişti. Yengem, mutfak kapısından bana seslendi. Yanına varınca;
-Ayağındaki çarıkları çıkar, bahçe musluğunda yıka, işte sana takunya; sonra içeri gel de sizin için yatak yapalım, bana yardım et, dedi. Bir de eski terlik gösterdi. Dediklerini yaptım, içeri girdim. Bana, döşek , yorgan ve yastıkların yerini gösterdiği yerden taşırken, evin iç durumunu da gözlemlemiştim. Salon ve salamanje olan bölüme oda kapıları açılıyordu. Salonun doğusundaki oda, dayım ve yengeme aitti. Batısındaki oda ise kızlar için ayrılmıştı. Bu odadan ayrıca bir kapı ile banyoya giriliyordu. Salamanjeye , bir yatak odası, - ki burada, Erdem ve Erkan yatıyordu, - mutfak, ve banyoya ulaşan bir koridorun kapısı açılıyordu. Binaya giriş kapısı da burada idi. Salamanjede bulunan masa ve sandalyeleri ayarlayarak, yatacağımız döşeği yere sermiştik. Gerek yastıklara kılıf geçirirken, gerekse yatağa çarşaf sererken, yengemin, bizden yüksünür bir hali yoktu. Hatta bana ve muhittin e pijama bile uydurmuştu. Ben de ilk defa, pijamalı, çarşafı mis gibi kokan bir yatakta yatıyordum. Ama, kafama üşüşen düşüncelerden, gözüme epey bir müddet uyku girmemişti.

05 Şubat 2013 14-15 dakika 79 öyküsü var.
Yorumlar