Zorlu Dönemeçler - 1-B3-2-5
2. İZMİTTE BİR HAMİ
(İkinci dönemeç )
Sabahleyin, erkenden, gürültü etmemeye gayret ederek, yatağı toplamış, masanın üstüne koymuş ve bahçeye çıkmıştık. Yine ses çıkarmamaya gayret ederek, süzgeçli kova ile yerleri sulayarak, bahçeyi temizlemiştim.
Yavaş, yavaş ev halkı uyanmaya başlamıştı. Erken kalkan erkeklerdi. Yengem ve kızlar henüz uyuyorlardı. Dayım da bahçeye çıktı. Yengem gelince, kameriye altına, kahvaltı hazırlığına başlanmıştı. En son gelen Menekşe olmuştu. Dayım kahvaltısını bitirince, Muhittin e dönerek;
-Biz , gece, yengenle konuştuk, Yusuf u, burada okutmaya karar verdik, sen gidebilirsin, dedi. Bu habere çok sevinmiştim. Hemen kalkıp, ikisinin de elini öptüm. O an , benim için, sanki, kaderimin ve talihimin, döndüğünün işareti gibiydi. Dayımın Çocukları içinde, bu habere sevinen veya üzülen var mıydı acaba?
Muhittin, trene yetişmek bahanesiyle, kahvaltıdan hemen sora, ayrılıp gitti. Bana para bile bırakmamıştı. Miktarını bilmemekle beraber, İstanbul'da biriktirdiğim bütün paramı Ona vermiştim. Artık beş parasız kalmıştım....
3. .OKUL HAZIRLIĞI
Dayım henüz işe gitmemişti. Yengem , şimdiden hazırlıklara başlamıştı bile,
-Sana, bir ayakkabı, bir de pantolon uyduralım, Erdemin gömlekleri sana uyar, sonra da bir okul önlüğü dikerim ..;Dayım da;
-Okula kaydının yaptırılması için müdürle konuşurum. İnşallah beni kırmazlar, Okullar halen başlamış durumda, diye ilave etti.
Dayım, ceket ve şapkasını giyerek , belediyeye, Erkan, klor fabrikasına çalışmaya, Erdem de yukarı kata, resmi daireye , işine gitmişlerdi. Yengem, vakit kaybetmeden, dikiş makinesini açıp, başına oturmuştu. Erdem Ağabey' in eski pantolonunu, kesip , biçerek, bana uydurdu. Bir de gömlek giydirdi. İlk defa yırtıksız ve yamasız, pantolon ve gömlek giyiyordum. Artık, sıra pabuca gelmişti. Dayımın ve Erdemin ayakları küçüktü; dolayısıyla , eski ayakkabıları bana uymuyordu. Erkanın ayakkabıları bana uyuyordu, ama, onlar da çok eskiydi. Boyanmayla falan olacak gibi değildi. Zaten, yengemin gönlü de buna razı değildi.
-En iyisi, dayına söyleyip, sana yeni bir pabuç aldırtmak, öğle yemeğine geldiğinde, ben Ona söylerim, dedi.
4. DUVARDAKİ RESİM
Dayım öğle yemeği için geldiğinde, seni okula kayıt edecekler, müjdesini vermişti. Yemeğini yedikten sonra;
-Dözem, ben yirmi dakika uzanacağım, sonra kahvemi içer giderim, diyerek içeriye girmişti. Yengem de;
-Dayının adetidir ; her gün, yemekten sonra, yirmi dakika kestirir, ondan sonra kahvesini içer. İşte o zaman, ayakkabı işini söyleriz... Aradan bir müddet geçmiş, yengem kahveyi pişirmişti, ama, dayım henüz uyanmamıştı. Bana,
-Git dayına seslen, uyansın, dedi. İçeri girdim, gündüz gözüyle, salonu ilk defa görüyordum. Duvarda asılı bir resim, nazarı- dikkatimi çekmişti. Bu çerçeve içinde genç bir kız resmi idi. Fotoğraf, göğüsten yukarısını gösteriyordu. Bana ilk çarpıcı gelen taraf, gözlerinin güzelliği ve bakışlarındaki canlılıktı. Saçları kısa kesilmiş ve Ona, modern bir hava vermişti. Burnu muntazam, ağzı küçük, dudakları inceydi. Fotoğraf, siyah- beyaz olduğundan, göz ve saçlarının rengi belli olmuyordu. Muhtemeldir ki saçları sarı, gözleri açık renkti. Ben bir anda büyülenmiş gibi dalgın bakarken, Dayımı unutmuştum. Halbuki O, kalkıp, arkama kadar gelmiş, benim kime baktığımı anlamıştı.
-O baktığın resim, büyük kızıma ait. Yasemin ablan, şimdi İstanbul da oturuyor ve evli, deyince, ben biraz da mahcup olmuştum.
--Kahven hazır, dayı! Seni uyandırmaya gelmiştim.
Kahvesini içtikten sonra, yengem, benim için yeni bir ayakkabıya gerek olduğunu anlatmış, O da ,
-Haydi, benimle gel de sana bir pabuç bakalım, dedi. Dayımla çarşıya kadar yürüdüm, zaten yolu oradan geçiyordu. Dayım, siyah bir pabuç beğendi, satıcı, 'Kaç numara' deyince, ben şaşırmıştım. Ayakkabı numara ile mi satılır diye. Neticede, deneyerek, ayağıma uygun olanı bulmuştuk. Dayım,
-Ayakkabıları çıkarma, onunla eve git , deyince, çarıkları elime alıp dükkandan çıkıyordum ki, tekrar seslendi.
-Yarın, Erkan ile gidip, vesikalık fotoğraf çektirin. Bir de muhtardan, ikamet ilmühaberi almayı unutmayın, okula kayıt için lazım olacak!.
Ayağımda yeni pabuçlar, eve kadar, zorlukla yürüdüm. Ayaklarım böyle bir cendereye yabancılık çekiyordu. Ayakkabıda, çarığın , kendine özgü rahatlığı yoktu. Eve varıp, elimdeki çarıkları, çöp tenekesine tam atacakken,; yengem;
-Dur Yusuf! Onları atma, şuraya, bahçeye göm. İcap ederse , onları tekrar çıkarır, ibret alman için gösteririz, dedi. (Ne yazık ki, yengem haklıydı; aptal kafam onları çabuk unutacaktı.)
Ertesi günü, Erkanla fotoğraf çektirmeye gitmiş, vesikalıktan başka, Onunla bir de hatıra fotoğrafı çektirmiştik. Başımda hala, meşhur, eski kasketim duruyordu. Muhtardan ilmühaberi de alınca, evraklar tamam oluyordu.
Akşam, Dayım eve gelince, evrakların tamam olup, olmadığını anlamak için, bi de O baktı ve Erdeme dönerek,
-Yarın, Yusuf'la,Yeni turan 'a gidin, müdüre benim selamımı söyleyin ve kayıt işlemini yaptırın, dedi.
Ertesi gün, Erdemle, müdürün odasına girdik, Müdür, kayıt işlemlerini, Müşerref hocaya havale etti. Müşerref hoca dayımı tanıyordu ve aynı zamanda benim öğretmenim oluyordu. Okul çift tedrisatlıydı ve her nedense beni öğleden sonrası için kaydetmişlerdi. Biz kayıt işini bitirip, bir sonraki gün başlamak üzere, okuldan ayrılırken, talebeler teneffüse çıkmışlardı. Şöyle bi göz attığımda, hepsi, cıvıl, cıvıl oyun peşinde koşuyorlardı ve benden bir hayli küçüktüler, Bense o devreleri oyunsuz geçirmiştim ve bunların arasında ben şimdi nasıl okuyacağım diye de kendimden utanmıştım.
Eve döndüğümde, yengem, yine makine başındaydı. Bana , şipşak siyah bir önlük dikmiş, bir de beyaz yaka hazırlamıştı
Diğer işlerde olduğu gibi pratik ve becerikli bir insandı .
-Bir de çocuklardan kalma, kitap, defter, kalem bulursak, yarına hazırsın demektir, diyerek bana arka çıkıyor ve moral veriyordu.
Ertesi günü, kendi başıma, okula gittim. Zaten, okul, evden 300-400 m. Uzaklıkta idi. Yolda yürürken, talebe kıyafetiyle, buna, sevinmeli miydim? Bunu pek bilememiştim. Okula varınca, daha önce gösterilen sınıfa girdim; sınıf, yol tarafında değil, arkadaydı. Sınıfta henüz kimse yoktu, , arka sıralardan birine geçip oturdum. Gelenler, merakla, bana bakarak, yerine oturuyordu. Sonunda, Müşerref hoca içeriye girdi. Ayağa kalktık. Bize,
-Oturun çocuklar, dedikten sonra, beni gördü ve,
-Arka sırada oturan yeni arkadaşınızın ismi, Yusuf. İki sene okula ara vermiş, kaydını dün yaptık. Size, kısa zamanda yetişeceğini umuyorum' diyerek, çocuklara beni tanıttı ve hemen derse başladı.
Artık bana bakan yoktu, hepsi de hocayı, dikkatle dinliyorlardı. Bense Onlardan çok daha fazla çalışmalı, öğretmeni dikkatle dinlemeliydim. Hepsinden büyüktüm, Onlara ve bilhassa Müşerref öğretmene mahcup olmamalıydım. Hepsinin ağabeyi durumundaydım.
Nitekim, zaman geçtikçe, hepsi, bana daha çok ısındı ve ağabey demeye başladılar. Tabii olarak, bana daha erken yakınlaşanlar, erkek çocuklardı. Kadir Onların ilk davrananı olmuştu. Kahverengi gözlü, ince yapılı, güler yüzlü, candan bir arkadaştı, arkadaştan da öte, çok geçmeden, kan kardeşi olmuştuk. Sedat, ufacık, tefecik, kürdan gibi, biraz da Japon'a benzeyen, cin gibi bir arkadaştı. Ferhan, benden sonra, sınıfın en irilerindendi. Samimi davranışlarıyla, bütün arkadaşlara, kendini sevdirenlerdendi.
Kızların bir kaç tanesi dikkatimi çekiyordu. Mehlika, iri görünüşlü ve en büyükleriydi. Çalışkan, üstelik iddialıydı. Benimle yarış halindeydi. Bilhassa, tarih derslerinde, öğretmenin sorduğu sorulara cevap veremediği, benim cevaplandırdığım durumlarda, çok bozuluyor, bazen de hırsından, ağladığı oluyordu. Suna, duru tenli, düzgün yüz ve vücutlu, sakin, güzel bir kızdı. Mualla, esmer, ince yapılı , iri, kara gözlü, düzgün bacaklı, ceylan gibi bir kızdı.
5. YENİ YAŞAM BİÇİMİ
Artık, yeni hayatıma, yavaş, yavaş alışmaya başlamıştım. Sabahtan, ev temizliğinde, yengeme yardım ediyor, odaları ve karyola altlarını süpürüp, siliyordum. Ev o kadar kalabalıktı ki, sık, sık günlük misafirler geliyor ve yengemin akrabaları eksik olmuyordu. Dilsiz Emine bacı gibi yardımcılar da yok değildi; ama, yemekti, bulaşıktı, çamaşır ve ütü gibi işler Onların zamanını dolduruyordu. Yengem, sık, sık dikiş makinesinin başına geçiyor, evdekilere ve akrabalarına, devamlı, bir şeyler dikiyordu. Kızlardan fazla bir şey beklediği yoktu. Menekşe, ilk sona gidiyor, büyüğü, kendi havasında yaşıyordu. En küçük ise, henüz, okul çağına gelmemişti.
Dayımla, bazı sabahlar, çarşıya, Perşembe günleri de pazara çıkardık. Çarşı esnafı, dayımla dolaşırken, beni tanımış oluyordu. Alışverişe yalnız çıkar duruma geldiğimde, bana malların en iyisini veriyorlardı. Çarşıya yalnız çıkarken, Funda, illa ki benimle gelmek ister, peşimi bırakmazdı. İstediği, ya kuru yemiş ya da çikolata olurdu. İstediklerini alıp , Ona verdiğimde, çok sevinirdi.
Perşembe pazarı ise, sebze ve meyve yönünden , çok bolluktu. Bilhassa yaz günleri, sebze meyveler, y akın köylerden getirilir, her şey taze olurdu. Köylü kadınlar, üzeri beyaz, temiz tülbentlerle örtülü, üç- beş kiloluk bakraçlarda yoğurt getirip satarlardı. Yoğurtlar taze, kalın kaymakla kaplı olurdu. Üç- beş kiloluk bakraçlar, ev halkına, ancak birkaç gün yeterdi Hafta içinde, bilhassa kış günleri, Çarşı başındaki, Meşhur, Arnavut İslam ?ın , yine meşhur olan yoğurduna müracaat etmek kaçınılmaz olurdu. Kavun , karpuz ise, mevsiminde, köylülerin getirdiği, öküz arabasıyla , satın alınır, karyola altlarına dizilirdi. Kış mevsiminde ise, narenciye küfelerle gelirdi. Turşular da, büyük gaz tenekelerinde kurulurdu. Ayrıca eşek zeytini denen büyük siyah zeytinler de kilolarla alınarak, suda acısı çıkarıldıktan sonra, tuzlu suda bir müddet tutulur ve zeytinyağlı tenekelere konulurdu. O kadar boğazı, akrabaları, bilhassa, Erkanı doyurmak kolay değildi. Tabii., ben de gelişme çağında idim . Erkan her şeyin en çoğunu, en büyüğünü isterdi. Bazen de, zorbalıkla, bunu geçekleştirirdi. Yemek yemede, en nazlısı ve mızmızı, Menekşeydi; ama, sevdiği bir şey olursa, hayır demezdi. Saatlerce, kahvaltı sofrasından kalkmaz, bilhassa, kavun ve narenciyeye gözü doymazdı.
İzmit'te, ekmek karneyle olmasına rağmen, bizde, böyle bir sıkıntı yoktu. Çünkü, fırınlara un tahsisi yapan Dayımdı. Un tahsisi yüzünden, fırıncılar arasında, dayıma kızanlar da oluyordu. Bunu, tehdit şeklinde gösterenler de vardı. Bir gece, meçhul kişi veya kişiler, evin camına taş atıp kırmak suretiyle, tehdidi fiiliyata dökmüşlerdi. Biz çocuklar da, kimin yaptığını öğrenmek veya tekrarlanmasına mani olmak için, uzun süre, geceleri, nöbet tutmak zorunda kalmıştık.
Öğleden sonraları, okuldan çıkar, çıkmaz eve gelip, bahçe işleriyle meşgul oluyordum. Çiçeklerin toprağını kabartıyor, otlarını yoluyor, suluyor ve bahçeyi temizliyordum. Dayım, böyle çalışmamdan, çok memnun gözüküyordu. Kendisi, bazen, makas elinde, gülleri budar, çiçekleri zevkle izlerdi. Bazen, Erdem ve Erkan da yardım ediyordu. Hem çiçek, hem de sebze bahçesini, çocuklarıyla beraber, büyük gayret göstererek yaratmışlardı. Her iki bahçeden de, misafirlerine göstererek, zevkle söz ederdi. Çiçeklerini, böylesine sevmesi ve düşkün olmasını, çocuklarına, neden çiçek isimleri koyduğunu gösteriyordu.
Bir gün, bahçede, birlikte olduğumuz bir sırada;
-Dayı! Hem çiçek, hem de sebze bahçesini, böylesine güzel tanzim edip yetiştirmesini nereden öğrendin?, diye soruverdim.
-Bu bilgi ve tecrübeyi, babamdan öğrendim, diyerek, konuyu değiştirmiş ve daha fazla soru sormama mani olmuştu.
Dayımın otoritesi, evde , oldukça fazla hissediliyordu; ama, bu, bağırıp, çağırma şeklinde değildi. Bunu nasıl sağladığını merak ediyordum, Yengem Ona, hep ' bey ' diye hitap ediyordu. Akşam üstleri , bana,
-Yusuf! Dayın gelmeden, etrafı toplayalım, eve çeki, düzen verelim, evi dağınık görürse kızar, derdi. Zaman geçtikçe, Dayımın, çiçeklerden, bahçeden, daha başka ilgi alanları ve zevkleri olduğuna da şahit oluyordum. Nede olsa, geldiğimden bu yana epey zaman geçmiş kış günlerini yaşıyorduk.
Dayım, radyodan, muhakkak, haberleri dinler, kaçırmak istemezdi. O esnada , gürültü yapılırsa, kızgınlığını, bakışlarıyla belli ederdi. Müzik dinlerdi. Tercihi, klasik müzikti. Gramofona, taş plaklarından( ki pek çoktu) birini koyar, dinlerken, mest olur giderdi. Yalnız Türk klasiklerini değil, Chopin, Verdi gibi bestecilerin eserlerine de vakıftı . Radyodan marşları dinlerken de elini, kolunu , bir orkestra şefi gibi hareket ettirirdi.