Zorlu Dönemeçler -1-B3-6-7
6. ESARET
Dayıma karşı saygım büyüktü. Onun hakkında, merak ettiğim bazı şeyler vardı. Fakat Ona bir türlü soramıyordum. Yengemle aramız daha yakın ve samimi idi.
Bir gün, salonu süpürürken, her zaman olduğu gibi, gözüm duvardaki resme takılmıştı. Bu defa, Ona bakarken, yengem görmüş, ve:
?Güzel kız değil mi? Dayının ilk eşinden, evli , şimdi İstanbul'da, bir de çocuğu var, demişti. Kendi kendime, tam sırası diyerek,
?Yenge be! Dayım hakkında, merak ettiğim bazı şeyler var, Sorsam, anlatır mısın bana?
?Anlatırım, anlatmasına da, anlatacağımın eksik yönleri olabilir. Bazı şeyleri, belki bana bile anlatmamıştır, dolayısıyla, kendisine soralım, daha iyi olmaz mı ?.
?Ama ben sormaya çekiniyorum.!
?Akşam gelince , bana hatırlat, ben, sana yardım ederim, dedi.
Hava erken kararıyordu. Bir yandan sobaya odun taşıyıp atıyor, bir yandan da, heyecan duyarak, ' inşallah, misafir gelmez de anlattırma fırsatı buluruz' diyordum.
Akşam yemeğinden sonra, Dayım, salona girip, koltuğuna oturdu. Haberler başlamıştı. Sofrayı toplamaya yardım ederken, yengeme işaret ettim.
--Bulaşıkları yıkamadan, bu işi bitirelim. Sen içeri gir , ben dayına bir kahve yapıp getireyim, kahvesini içerken, sorarız, dedi. Dayım, yemekten sonra, kahve içmeye alışıktı; ancak bizim oturup Ona baktığımıza pek alışık değildi, yadırgamış, bir şeyler olduğunu anlamıştı. Gözlüğünün üstünden, bir yengeme, bir bana, bir Erdeme bakıyordu. Yengem fazla beklemeden,
--Bey! Bak! Yusuf, senin hakkında, bazı şeyleri merak etmiş, sorsa anlatır mısın? Hazır, bu vesile ile bilmediğimiz şeyleri , biz de dinlemiş oluruz. Dayım, bu defa bana dönerek,
-Neymiş, merak ettiğin bakalım!, ne öğrenmek istiyorsun? Sevinç ve biraz da ciddiyetle, sorularımı yöneltince:
-Senin sorularına tümüyle cevap verirsem hayatımı anlatmış olurum. Bu ise çok uzun sürer. Mamafih , kısa, kısa anlatırsam, belki, merakını, merakınızı gidermiş olurum, diyerek, önce radyoyu kapattırdı, sonra da masal anlatır gibi bir havaya büründü ve anlatmaya devam etti.:
Babası Musa ( Ki bizim köyde Musa Dayı olarak biliniyordu. ) köyden İstanbul'a gelip de dönmeyenlerdendi. Selamı-Çeşmede geniş bir araziyi bostan yapmış, sebze yetiştiricisi olmuştu. Artık O, ' bamyacı Musa' diye anılıyordu. Bir ara köyüne gitmiş, Halamla evlenerek, Bostan arazisinde yaptığı kulübesine getirip yerleştirmişti Musa Dede ile halamın, zaman içinde, dört çocuğu olmuştu. İkisi erkek, ikisi kız. Aile, çocuklar olduktan sonra ekonomik zorluklarla karşılaşmıştı. En büyük oğlunu terzinin yanına çırak vermişler, Dayımı, hayır sever bir paşanın yardımıyla, Müzika'yı- Hümayun okuluna kayıt ettirmişler, . kızlardan büyüğünü, güney doğu Anadolu'dan bir köy ağası ile evlendirip, bostanın bir kenarına, bir kulübe yaparak, Onlara tahsis etmişlerdi. Küçük kızlarını da, istemeyerek de olsa, mütedeyyin bir aileye evlatlık olarak vermişlerdi. Dayım, hafta sonlarında ( ki o zaman Cuma idi) anasının, babasının yanına gelir, Onlara, bostanda yardım ederdi. İşte sebze yetiştirme, bilgi ve tecrübesini babasına yardım ederken, çiçek yetiştirme ve bakımı da talebeliği sırasında, serbestçe girip çıktığı saray bahçelerinden öğrenmişti.
Muz ika-ı hümayun okulunu bitirdikten sonra, Dayım, Saray Bandosuna tayin edilmişti. Artık, çok iyi flüt çalan bir stajyerdi. Bando topluluğu ile birlikte, saray bahçesinin uzak bir köşesinde icra edecekleri eserlerin provalarını yapmakta, isteğe bağlı olarak da konserler vermekteydiler. Padişah, 2nci Abdülhamit , Cuma namazı hariç, saraydan hiç ayrılmazdı. Cuma namazını Yıldız cami'inde kılarlardı. Cuma namazına giderken yapılan merasime' Cuma resmi, Cuma Selamlığı' denirdi. Saray Bandosu da bu merasimlere marşlarla iştirak ederdi. İşte böyle bir Cuma namazı sonunda, Temmuz 1905 yılında Ermeni komitacılarının, Padişaha tertipledikleri bombalı suikasta Dayım da şahit olmuştu. Abdülhamit'in Cuma namazından çıkıp, kendisini beklemekte olan arabasına gitmeden, Şeyhülislâmla bir dakika, süren konuşması , Onun hayatını kurtarmıştı. Fakat arabada patlayan bomba, onlarca insanın ölümüne ve yaralanmasına sebep olmuştu.
Sair günler, Padişah, bando şefine haber göndererek, arzu ettiği eserlerin icrasını emretmekteydi. Padişahın tercihleri, daha ziyade, Klasik Türk Müziğine ait eserlerdi. Bazen de Klasik Batı müziğine ait eserlerin de icra edilmesini emretmekte, ve bundan da zevk aldığını belirtmekteydi. Eserler saray bahçesinde icra edilirken, kendisi odasında, kafes arkasından dinlemeyi tercih ederlerdi.
1910 yılında Arnavutlar, devlete karşı, isyan bayrağını çekmişlerdi. Dayım da, isyanı bastırmak maksadıyla, Selanik'e gönderilen birlikler arasındaydı. Zaten bu tarihlerde, Bulgar, Sırp, Yunan ve Karadağ çeteleri dağ ve kasabalarda kargaşa yaratmaya devam ediyorlardı.
Bir seferinde, Arnavut isyancılarla çatışmaya girmişler, çatışma uzun sürmüş, hava kararmaya başlamıştı. Dayım bir ara flüt sesi işitmişti. Bu , Onun da bildiği parolaydı. Cephanenin bittiğini belirtiyordu. Dayım, karşılarındakilerin Osmanlı birliği olduğunu anlamış, hemen birlik komutanına durumu iletmişti. Birlik komutanı da ateşin kesilmesini emretmişti. Böylece, gece karanlığından istifade ederek iki Osmanlı birliği arasından sıyrılan Arnavutların, iki birliği kırdırma planı suya düşmüştü. Dayımın uyanık davranışını sebebiyle iki birliğin çatışmasını önlediğini anlayan birlik komutanı, bu nedenle Onu taltif etmişti.
Osmanlı birlikleri hem Arnavut isyancılarla çarpışıyor, hem de köylülerin elindeki silâhları toplamaya çalışıyordu. Köyler sarılıyor, arama yapılıyor fakat köylüler, silâhlar konusunda ser verip, sır vermiyorlardı. Bu arada, köylerden her gün bir kaç cenazenin kaldırıldığına şahit oluyorlardı .. Uzun süre yörede bulunan birisinin tavsiyesi üzerine, köylülere kadınlar önünde işkence yapılmaya başlanmıştı. Kadınlar önünde dövülmeyi onurlarına yediremeyen Arnavut erkekleri, nihayet baklayı ağızlarından çıkarmışlardı. Cenaze olarak taşıdıkları ve mezarlığa gömdükleri, gıcır, gıcır yeni mavzerlerdi. Böylece, binlerce silah ele geçirilerek Ordu karargahına teslim edilmişti. Uzun süren bu mücadelelerden kesin bir sonuç alınamamış, Ordu asıl tehlikenin Balkanlarda olduğunu anladığından, o tarafa yönelmişti. Dayım da 1912- 1913 yıllarında başlayan Balkan harbine iştirak etmişti. Politikaya karışmış olan Orduda , birlik, beraberlik ruhu kaybolmuştu. Yeni silahlarla mücehhez, disiplinli düşman birlikleri , Osmanlının eski TÂBİLERİ karşısında Türk ordusu bozguna uğramış, ricat sırasında dayım çok acılar çekmişti. Hele hamiyetli ve yürekli bir subayın, ricat halinde olan erleri durdurmak için yaptığı mücadele ve erlerin Onu silahla tehdit edişlerini hiç unutamıyordu.
Birinci Cihan harbinde, Almanlarla birlikte, Osmanlı İmparatorluğu da mağlup ilan edilmiş, 1918 yılında Mondros mütarekesi imzalanmıştı. Buna göre, bir ikisi müstesna , Osmanlı orduları lağvedilecekti. Artık dayım ve dayım gibiler, ordu mensupları, olarak, sivil yaşama dönmek mecburiyetinde kalacaklardı. Bu sırada İstanbul kargaşa içindeydi ; bu nedenle, Dayımı , teskeresini almak üzere, İzmit askerlik şubesine göndermişlerdi. Dayım trenle İzmit'e gelirken, sivil hayatta ne yapabileceğini düşünüyor, iş bulma hususunda endişe ediyordu.
İzmit askerlik şubesine vardığında, evraklarını, orada görevli bir yüzbaşı incelerken,
-Siz beş dakika burada oturun, ben, şube reisinin yanına bi gidip, geleyim, diyerek, odadan ayrılmış, bir kaç dakika sonra döndüğünde:
-Sizi , şube reisi görmek istiyor, diye haber vermişti. Şube reisi, Dayımın mesleğini sorup , öğrendikten sonra, oturmasını rica ederek, İzmit Belediye reisini telefonla arayıp bulmuş ve Ona;
-Reis Bey! Aradığınız eleman bulundu, şimdi yanımda oturuyor, teskere alacak olan bir asker, demişti. Sonra , dayıma dönerek,
-Reis bey, belediyede, bir şehir bandosu kurmak istiyor, Bu işi, şimdiye kadar, Azınlıklar yapıyorlardı; fakat zaman, zaman, kendilerini naza çekerek, işi savsaklamaya başlamışlardı. İzmit Belediyesi için böyle bir bandoyu kurup şefliğini kabul etmek istersen, teskereni veririm, hayır dersen, teskereni vermeyeceğim' diyerek, Dayımı ikna etmeye çalışmıştı. Dayımsa, ' Şu Allahın kudretine bak! Buraya gelirken iş için endişe duyuyordum, TANRI işimi hazırlayıvermiş, diye içinden geçirirken' teklifi kabul edebileceğini, ancak, bu işin, para, mekan, insan ve enstrüman ihtiyacının karşılanması gibi zorlukları bulunduğunu, bunun Belediye Reisine anlatılması gerektiğini ifade etmişti.
Neticede, belediye meclisi bu konuyu görüşmek üzere toplantıya çağrılmış, alınan kararlarla, bando enstrümanları satın alınabilmesi için kesenin ağzı açılmış, sarı liralar ortaya yığılmıştı. Bu işe esnaf ve eşraftan çoğu kimse de iştirak etmişti. Bununla yetinmeyip, reis bey dahil, bando için yetiştirilecek elemanların arasına kendi çocuklarını da katmayı vaat etmişlerdi. Dayıma, ikamet edeceği bir ev, ayrıca öğrencilerine enstrüman çalmayı öğretebileceği ,- tenha bir yerde - bir yer tahsis etmişlerdi.
İstanbul'dan enstrümanlar satın alınmış, elemanlar yetişmiş ve Yeni Turan İlk Okulunun açılışında bir sürpriz yaşanmıştı. İlk belediye bandosu, resmi kıyafet, uygun adımlarla, okulun yakınındaki bir sokaktan, trampet ve borazan sesleriyle ortaya çıkıvermiş, halk durumu anlayınca, müthiş bir alkış kopmuştu. Artık, Dayım, İzmit Belediye bandosunun kurucusu, şefi , aranan ve sevilen birisi oluvermişti... .Dayım bu arada, o günlere ait bir hatıra fotoğrafı göstermişti. Bu fotoğraf, resmi kıyafetli 35 kişilik bando grubunu gösteriyordu. Uzun bıyıklarıyla dayım, onların ortasında yer almaktaydı ve çok fiyakalı ve gururlu görünüyordu.
Dayımın ikameti için tahsis edilen evin karşısında, yaşlıca, kara kuru bir kadın oturuyordu. Kadın, dayımın hareketlerini gözlemleyerek, Onun , dürüst ve efendi bir insan olduğunu anlamış ve ahbaplık kurmaya karar vermişti. Dayım Ona, artık hala diye hitap ediyordu. Aradan bir müddet geçtikten sonra, kadın, dayıma hitaben:
--Hakkı bey oğlum! ?Evlilik zamanın gelmedi mi? Eğer niyetin varsa, sana uygun bir kız buldum,! demişti. Dayım da.
-Hala! öyle ise, Onu , bana bi göster, bakalım, beğenecek miyim? Beğenmeyecek miyim? diye yanıt vermişti. Bu soruya kadının cevabı ise:
-Kızın ailesi mutaassıptır, Ancak Onu gerdek gecesi görebilirsin, olunca, Dayım da bu şartı kabul etmiş, görücü usulü ile evliliğe karar verilmişti.
Düğün hazırlıkları kısa zamanda başlamıştı, ancak, Dayımın içi, içine sığmıyordu. Aile , İzmit'in tanınmış eşrafındandı, kendisini, iç güveyi olarak kabul edeceklerdi. Acaba, kız güzel miydi?
Nihayet gerdek gecesi gelip çatmıştı. Dayım, büyük bir heyecanla, gelinin odasına girmiş, pırlanta gerdanlığı, Onun boynuna takmak üzere duvağını kaldırmış, güzelliği karşısında hayran kalmıştı. Gelini, öylece , ayakta bırakarak dışarı fırlamış, 'Hala', dediği kadını bularak:
-Bana, bir melek, bir huri bulmuşsun! Sana, medyun-u şükranım. diyerek elini, ayağını öpmeye kalkışmıştı.
Dayım, hayatından memnun ve mutlu idi. Kolordu karargahının karşısında, Türkiye'yi terk eden bir Rum dan , büyük, kırmızı boyalı bir konak satın almış, güzel eşiyle, orada yaşamayı planlıyordu. Ama, Yurtta başlayıp devam eden felaketler, dayımın hayatında da , başlayacak ve devam edecekti.
Güzel eşi, iki- üç defa hamile kalmış, fakat, her seferinde de düşük yapmıştı. Bünyesi çok zayıflamıştı, İstanbul'da,, Onu, en ünlü doktorlara göstermiş, ? bir müddet, çocuk yapılmasın,' tavsiyesini almışlardı. Buna rağmen,
'-Ben çocuksuz yaşamam' diyen eşi, tekrar, hamile kalmayı göze almıştı. Nihayet, büyük bir ihtimam neticesinde, kendi gibi, güzel bir kız çocuğu dünyaya getirmişti. Fakat, güzel eşinin , artık hayatı kararmıştı. Bünyesinin zayıf düşmesi, İspanyol gribi neticesi ince hastalığa, yani vereme duçar olmuştu. Hava değişimi maksadıyla, İstanbul, Göz tepe' de, Onun için özel bir ev tutulmuş,, fakat Ona ve çocuğuna, ihtimamla bakacak, doğru dürüst bir bakıcı bulunamamıştı. Dayımın dul kız kardeşi bile bakım işine yanaşmamıştı. Zavallı kadın çocuğundan ayrılmak istemediği için, hem bebeğiyle, hem de hastalığıyla, baş başa kalarak çile çekmeye başlamıştı. Bir ara, dayım, küçük yaştaki, kayınbiraderini, Onlara bakması için İstanbul'a getirmek mecburiyetinde kalmıştı. Kayınvalidesi de, kocası ölüm döşeğinde olduğundan, Onu bırakıp, kızına bakmaya gelememişti.
Nihayet, akıbet başa gelmişti. Dayım, üç ay içinde, peşi peşine, üç ölüyü toprağa vermişti. Önce, ağabeyi Hilmi'yi, sonra kayınpederini, en sonunda da sevgili eşini kaybetmişti. Talihsizliğin, bedbahtlığın, bu kadarı da olamazdı.;
-Eşimle beraber, beni de toprağa gömün' diye yalvarmış, aylarca karalar bağlamıştı. Bilhassa, zaman , zaman ' Bir perişan halini gördüm, unuttum halimi' diyen şarkıyı söyler, bunu söylerken de gözyaşlarını tutamazdı.
Zaman, her derdin devasıydı. Sevgili eşinden yadigar , güzel bir kızı vardı. Onu da, kendi kızı yerine koyan, zavallı kayınvalidesi bağrına basmıştı. Onu, gözleri yaşla dolarak,' Bergüzarım' diye sevip okşuyordu. O da çok dertli bir kadındı. Hem kızını, hem de kocasını kaybetmişti. Onların acısına yanarken, bir de büyük oğlunun kayıp haberi gelmişti. Kayıp oğlundan da, dul, genç bir kadın, bir de oğlan torun kalmıştı. Ama kayınvalidesi, cesur, yürekli bir kadındı, Allah, Ona büyük sabır vermiş, aileyi derleyip, toparlamasını bilmişti.
Bu arada, memleketi, karalar bağlamaktaydı. Yunanlılar, Güzel İzmir'e çıkmış, karşılarında, herhangi bir güç görmediklerinden, vatanı işgale başlamışlardı.
Aradan aylar geçmişti; Eşraftan Adem'in oğlu , Aymet, bandoda, dayımın ilk talebelerindendi, Zaman, zaman bandoda yerini alıyordu. Yakışıklı, doğru sözlü, efendi bir insandı. Dayımın sevincine de, kederine de ortak olmuştu. Dayımın kızı doğduğu zaman, annesini ve kız kardeşini , tebrik maksadıyla, öğretmeninin evine göndermiş, görüşme ve tanışmalarını temin etmişti. Dayımın eşi ölünce de Ona en büyük desteği sağlamış, mümkün olduğunca, üzüntüsüne iştirak ederek teselli etmek gayretine girmişti. Şimdi ise , aradan zaman geçince, kız kardeşi ile Dayımı evlendirmek istemekteydi. Dayım kabul etmişti, ama , kız, dayımın , çocuklu olduğunu düşünerek, tereddüt ediyordu. Neticede, ' kız çocuğunun, zararlı değil, iş görecek yaşa gelince , bilakis kendisine yardımcı olacağı fikri aşılanarak' annesi tarafından kızı, ikna edilmişti.
Evlilik, kısa zamanda tahakkuk etmiş, fakat, felaket ve talihsizliklerin devam etmesine mani olunamamıştı.
Artık düşman güçleri İstanbul'u işgal etmişlerdi. Rumlar ve Ermeniler, Yurdun her Tarafında bayram yapıyorlardı. Bu arada, İzmit'in de Yunan birlikleri tarafından işgal edileceği söyleniyordu.
Dayım , kararını vermişti. Anadolu'ya geçecek, Anadolu hareketine katılacaktı. Cesur ve yürekli, ilk kaynanasının, bazı kimselere yardım etmek suretiyle, Anadolu'ya geçmelerini sağladığını biliyordu. Küçük kızı, halen, haminnesinin yanındaydı. Kayınvalidesini ikna edebilirse karısıyla beraber,,, Onları da alacak babasının köyüne, Yelli'ye götürecekti.
Fakat bu, geç verilmiş bir karardı. Bir sabah, Yunan askerleri, ansızın, İzmit'e girerek işgal etmişlerdi. Yunan mezalimi başlamıştı, kaçabilen, kaçmıştı: Rum köpeğinin biri de, Dayımı, Onlara gammazlamıştı. Dayımı, ve Onunla beraber pek çok genci tutuklayıp zorla gemilere tıkmışlardı. Artık, yapılacak bir şey yoktu, kadere boyun eğmekten başka. Hepsini, gemi ambarına, koyun gibi tıktıklarından, meçhule doğru giderlerken, ne İzmit'i, ne İstanbul'u, ne de Çanakkale'yi görebilmişlerdi. Gemi, önce , Midilli'ye, uğramış, sonra, Pire limanına demir atmıştı. Oradan da Onları Atina'ya götürüp, çıplak koğuşlara tıkmışlardı.
Yolculuk boyunca, Türklere, yapmadıkları işkence kalmamıştı. Su ve ekmek vereceğiz diyerek, ne var , ne yok bütün paralarını almışlar, yine de aç ve susuz bırakmışlardı. İlk eşinin dayısını, su istedi diye, güverteden, gemi ambarına bir tekme ile atmışlar, hem bedenen, hem de kafadan yani zihnen, sakat kalmasına sebep olmuşlardı.
Esirler arasında, Kırkağaç müftüsü de vardı. Kendisi Rumca biliyordu. Dayım, Onunla arkadaş olmuştu. Atina'ya vardıkları zaman, esirleri, yol yapımı, taş kırma gibi ağır işlerde çalıştırmaya başlamışlardı. Bu arada, sanatkâr olanları ayırıyor, boya ve badana işlerinden anlayanları arıyorlardı. Dayım ortaya çıkmış, bu işlerden anladığını söylemişti, Kırkağaç müftüsünü de peşi sıra sürüklemişti. Esaret boyunca, ikisi, bilhassa, büyük rütbeli subay ve generallerin oturdukları evlerini, boya ve badana yaparak geçirmişlerdi. Sanatkar olarak işlerine yaradıkları için, Dayım ve arkadaşına, oldukça iyi muamele etmişler, fazla horlamamışlardı. Hatta, Akropol gibi, tarihi yerleri görmelerine bile izin vermişlerdi. Bir- iki defa, Pire limanından, kaçma teşebbüsünde bulunmuşlar, Kırkağaç müftüsü muvaffak olmuş, Dayım ise olamamıştı. Dayımın en büyük üzüntüsü, memleketinin durumu, bir de burnunda tüten , küçük kızının hasretiydi.
İlk aylarda, şımarık davranan, ' zafer kazanıyoruz ' diye böbürlenen Yunanlı askerler, daha sonraları, endişe etmeye başlamışlardı. Bu endişelerini, esirler arasında da izhar etmekten çekinmiyorlar,' Mustafa Kemal , bizi denize dökecek' diyorlardı. Kırkağaç müftüsü Rumca biliyor, Dayım ve diğerlerine de tercüme ediyor, bu defa sevinç ve gurur bizimkilere geçmiş oluyordu.
Nihayet, Anadolu'da zafer kazanılmıştı. Esir mübadelesinde, Dayımları, gemiye bindirmişler, Türkiye yerine, Girit adasına götürmüşler, Orada aylarca bekletmişlerdi. Bu bekleme sırasında, orada bulanan Türk ve Müslümanlar, Dayımlara büyük ilgi göstermiş ve destek sağlamışlardı. Neticede, Vatana, İstanbul'a, oradan da İzmit'e dönmüştü.
Memleket ve millet zafer sevinci yaşıyordu. Dayım da bu sevince, can-ı gönülden iştirak etmekteydi. Atatürk ve arkadaşlarına hayran ve şükrandı. Ancak, bu zafer sevincini az da olsa gölgeleyen, memleketin ekonomik durumuydu. Uzun süren savaşlar neticesinde , memleketin kaynakları tükenmiş, halk yorgun ve fakir düşmüştü.
Dayım , bundan sonra, ne iş yapacağım endişesinde idi. Dükkana bıraktığı mallar, çalınmış ve soyulmuştu. Elinde, daha önce satın aldığı, kırmızı konak kalmıştı. Bir de ilk eşinden kalan, hisseli, iki dükkan vardı. İlk iş olarak, kırmızı konağı satarak , elde ettiği sermaye ile, boya ve kireç dükkanı açmış, babasını, Selamı çeşmeden getirterek, dükkanın başına oturtmuştu. İşler iyileşirken, İzmit'in 10 km. uzağında, Kiraz deresinin de içinde bulunduğu geniş bir araziyi satın almış, orada kireç ocakları işletmeye başlamıştı. Kireç ocakları için gerekli kömürü, Istranca dağlarından, deniz yoluyla körfeze getirtiyor, iskeleden kara yoluyla ocaklara taşıtıyordu. Artık, bu işten iyi para kazanır olmuştu. Dükkan dahil, ocaklarda, 15-20 eleman çalıştırmaya başlamıştı. Babası da derenin suyundan istifade etmek suretiyle, eski mesleği olan bostan yetiştiriciliği yapıyordu. Bu arada aile genişlemişti. Bir buçuk, iki sene aralılarla, dayımın iki oğlu olmuştu. İlerleyen senelerde üç kızı daha olacaktı. Babası, çocukları, eşek sırtındaki küfelere koyarak, zaman, zaman bostana götürüyor, orada açık havada oynayıp dolaşma imkanı bulan çocuklar da hayatlarından memnun görünüyorlardı.
Dayım milliyetçi, ATATÜRK'E hayran, Onun koyduğu, CHP prensiplerine inanan bir insandı. İşlerini yoluna koyduktan sonra , partiye kayıt olmuş, artık particilik hayatı başlamıştı. Parti için, gecesini, gündüzüne katıp çalışıyordu. Cumhuriyetin onuncu yıl kutlamalarında bizzat görev almak suretiyle, toplantıları ve gösterileri organize etmiş, gece ise, belediye binasının balkonuna çıkarak gösteriler için maytapları ateşlemeye başlamıştı. Bu arada maytaplardan birisi elinde patlamış, elinin yanma pahasına, binanın önündeki halkı tehlikeye atmamıştı.
O yıllarda, mebusları Müntehi-i sânılar Onları da Müntehi-i evveller seçiyordu, Partinin gösterdiği adayları seçtirebilmek için, Dayım, köylere kadar gidip, propaganda yapmaya başlamıştı. Parti için yapılan bazı masrafları da kendisi üstleniyordu. Bu propaganda ve gaybubetler nedeniyle, uzun müddet işinin başında bulunamadığı için, kireç ocakları ve dükkandaki işler eskisi gibi iyi gitmiyordu. Kazanç yavaş, yavaş düşmeye başlamıştı. Neticede, elemanlarına, ödeme yapamaz duruma düşünce, işi tasfiye etmek mecburiyetinde kalmıştı.
Çarşı içinde, bir otel satın alarak, otel ve lokantasını işletme işine girişmişti. Otelin ipotekli olduğu bu sebeple, bütün mefruşatının haciz yoluyla satılma durumu ortaya çıkınca, perişan olmuş, evin kirasından kurtulmak için, babası ve üvey anası dahil, bütün aileyi, getirip otel odalarına yerleştirmişti. Hem kendisi, hem de ailesi için, bu sıkıntılı hayat devam ederken, Belediye Başkanıyla da ahbaplıkları sürüyordu. Hatta, yetişmiş eleman bulmakta zorluk çeken Belediye başkanı, ihtiyaç duyulduğu zaman, dayıma belediye bandosunun başına geçmesi için rica ediyor, Dayım da bu görevi seve, seve yapıyordu. İşte bu arada, Belediye başkanı, Saat Kulesi altındaki gazinoyu işletmesi için teklifte bulunmuş, Dayım da kabul etmişti. Gazinoya gerekli olan şeyleri dışarıdan satın alma imkanı bulamayan dayım, evinden, fincan, çay ve su bardakları gibi şeyleri getirmek suretiyle ve bütün ailenin iştirakiyle işe başlamıştı. Fakat havalar, yaz değil, sanki, kış gibi soğuk ve aynı zamanda istikrarsız geçmişti. Dolayısıyla, bu teşebbüs de Onu ve ailesini sukutu hayale uğratmıştı.
Son olarak, Belediyeye ait, deniz kenarındaki, sinema, gazino, ve lokanta için açılan ihaleye katılmış ve kazanmıştı. Buraları, İzmit'te deniz kenarında bulunan yegâne tesislerdi. Dayıma ve ailesine, talih bir defa daha gülmüştü. Artık iyi, hatta iyinin de üstünde kazanıyordu. Lokanta ve gazinolar dolup taşıyordu, Hatta ailesini bile lokantanın üzerindeki binaya taşımış, dolayısıyla denize nazır bir yerde oturma mazhariyetine erişmişlerdi. Deniz billur gibiydi. Balıklar o kadar boldu ki, kepçe ile kıyıdan balık tutma imkanı oluyordu. Her şey bol ve bereketliydi. Erdem'in bile ,yalnızca su satmaktan, cepleri para ile dolup taşıyordu. Aile de çocuklar da hayatlarından çok memnundular.
Çok geçmeden, Tanrı, desteğini, Dayımın üzerinden çekecekti. İzmit'e, yeni bir vali atanmıştı. Kendisi Urfalı idi. Devir, tek parti devriydi. Valilerin, astığı astık, kestiği kestikti. Bir gün, Vali Beyi Urfa'dan, hemşerileri ziyarete gelmişlerdi. İzmit'te bir iş tutmak istiyorlardı. Vali bey Onlara
--İzmit'i dolaşın! Ne gibi iş yapmak istiyorsanız, gelin, bana söyleyin, bir çaresine bakarız, demişti. Onlar da İzmit'i dolaşırlarken, yorulmuşlar ve acıkmışlardı. Yemek, yemek üzere, Belediye gazinosuna gelmişlerdi. Burası, tam aradıkları yerdi. Gözlemlerine göre, çok iyi para getiriyordu. Kararlarını vermişler, doğruca, Valiye çıkmışlar, durumu anlatmışlardı. Vali bey, hemen, Belediye başkanına telefon açmış, mezkûr yerlerin, hemşerilerine verilmesini istemişti. Belediye başkanı, her ne kadar, kontrat süresinin dolmadığını, Valiye, anlatmaya çalışmışsa da Vali:
-- Bu iş muhakkak olacak, aksi takdirde, işletmecisini daha kötü bir akıbet bekleyebilir, diyerek tehdit etmişti. Belediye Başkanı da, Dayımı çağırarak durumu anlatmış, ve naçar kaldığını söylemişti. Ayrıca, naçarlığını telafi etmek ister gibi, Dayıma bir teklifte bulunmuştu. Dayımın, belediye müfettişi- Zabıta amiri olarak çalışmasını istiyordu. Dayım da bu resmî görevi naçar kabul etmişti.
Bundan sonra geçen iki sene içinde, üç tane sevdiği insanı kaybederek, yeni bir talihsizliğe daha uğramıştı. Sırasıyla, önce babası, sonra Yusuf ağabeyim, en sonra da dayısı., yani babam rahmetli olmuştu. Çok sevdiği için, hem, Yusuf ağabeyimin, hem de babamın ölümünde bulunmak istemiş, bu sebeple iki defa köye gidip gelmiş, köyü sevmesine rağmen, gaileler yüzünden, bir iki günden fazla kalamamıştı.
Dayım, öyküsünü anlatırken, sanki o günleri, tekrar, tekrar yaşar gibiydi. Son sözü söylerken, gözleri kapandı. Yorgunluğu görülür hale gelmişti. Yüzü, soluk ışık altında, sararmış görünüyordu. Yengem:
-İsmail bey! anlatırken bir hayli yoruldun. Biraz dinlen! deyince, dayım kalkarak,-- odasına doğru yürüdü.-----
7. . İKİNCİ EŞ
Yengemin ailesi çok kalabalıktı. Babası, İzmit'in eşrafındandı. Ben oraya gitmeden evvel, yaşama veda etmişti. Rahmetlinin, beş çocuğu vardı. Üç oğlan, iki kız. Yengemin en küçük erkek kardeşi,Mustafa yaşı bir hayli olmasına rağmen, hâlâ bekardı. Diğerleri ise evli, çoluk, çocuk sahibi idiler. En büyük ağabeyinin yirmi yaşlarında bir kızı vardı ama, annesi Onu, üç- dört yaşında bir çocukmuş gibi, neredeyse, biberonla besleyecekti. Yengemin kız kardeşi, bir subayla evlenip uzaklara gitmişti. Diğer ağabeysi, Dayımın bando takımından talebesi ve en sevdiği insandı. Onun da, Dayım gibi, ilk evliliği, acı ile son bulmuş, çok sevdiği eşini kaybetmişti. Acısını, sokaklarda sarhoş gezerek, içki kadehleriyle, unutmaya çalışmıştı. Sevdiği kadın, Dayım gibi, Ona da , yadigar olarak, bir kız çocuğu bırakmıştı. Çocuğa, babaannesi bakıyordu . Yıllar sonra, annesinin ısrarıyla, tekrar evlenmiş, Yeni eşinden de bir kız bir oğlan çocuğu dünyaya gelmişti.
Babaanne, ilk torunu öz , diğerlerini, üvey olarak kabul ediyor, ilk torununa, mütemadiyen, bu yönde telkinler yapıyordu. Neticede, ilk torunu, - belki de annesinden mikrop kaptığından,- verem illetine yakalanmıştı. Henüz hastalığın başlangıç safhasındaydı. İşte, ilk geldiğim gün, Yengemin, ' yeğenim ' diye tanıttığı kız buydu. 15 yaş civarındaydı. Tatlı bir esmerliği vardı, Boyu uzunca, endamı ince ve hoştu. Hareketleri ve duruşu, sığınılacak bir liman gibi sakindi. Gözlerinin rengi, sanki, denizin yeşile döndüğü durumdaki gibiydi. Fakat gözbebeğinin etrafında, noktalardan oluşan bir halka, bir hare vardı. Bacakları düzgün, dudakları biraz dolguncaydı. Elmacık kemikleri biraz çıkık gibiydi. Gülerken, yanağında , tatlı bir gamze oluşuyor, dişleri bembeyaz meydana çıkıyordu. ( Bir bakıma, Prenses, Süreyya'ya benziyordu)
Babaannesiyle, sık, sık yengemlere gelirlerdi. Çiğdem ile akran ve iyi arkadaştılar. İlk günlerden başlayarak, benimle en çok alay eden Erkan, sonra da bunlardı.bana bakarken, fısıl, fısıl konuşurlar, bakıp, bakıp gülerlerdi, alay ettikleri belliydi. Aslında Ümmühan'ın, insanlarla alay edecek bir tipi yoktu, Ancak, Çiğdem'e uyduğu aşikardı. En çok, ayağımdaki çarıklara gülüyorlardı. Onu çıkarıp. Bahçeye gömdükten sonra da başımdan çıkarmadığım eski şapkamı ele almışlar, ' çıkar' diye ısrar ediyorlardı. Eski şapkam, yıllarca, başımı, soğuktan ve güneşten korumuştu. Köyde, şapka, ancak yatarken çıkarılır, kalkar, kalkmaz da başa geçirilirdi. Bu bana mahsus bir özellik değildi, bizim köyün erkekleri, hep böyle yaparlardı. Şapkamı, en sonunda, bir hatıra fotoğrafı çektirdikten sonra terk etmiştim. Hatıra fotoğrafında, her nedense, Erkan da vardı. Halbuki, benimle en çok alay eden O idi ve öyle bir fotoğrafta, yan, yana gelmeyi hiç istemezdim.
Bazen , yengemin tarafı bir araya geldiği zaman, yemekler yendikten sonra sıra müzik faslına geçilirdi. Yengemin ve kızların sesleri ve usulleri oldukça güzel ve iyi idi. Hele büyük ağabeyi'nin kızının kendisi gibi sesi de çok güzeldi. Yengem hem ud çalar hem de şarkılara iştirak ederdi. Benim de sesim güzel olmasına rağmen cesaret edip onlara iştirak edemezdim. İşte böyle zamanlar, benim için zevkle dinlediğim bir müzik ziyafeti olurdu. Sık, sık tekrarlanan bu ziyafetleri hiç kaçırmak istemezdim.