Zorlu Dönemeçler-1-b4-6-
6.. İKİNCİ ŞAMAR
Okul açılalı bir ayı geçmişti. Okula iki öğretmen tayin olup gelmişti. Biri erkek, biri kadındı. Anladığımıza göre, ikisi de bekârdı. Erkek, otuz yaşlarında, açık tenli yakışıklı, biraz da benim gibi, burnu büyük cinstendi. Ayrıca, her şeyi ben bilirim pozundaydı. Talebelere, bir kürsü farkından çok daha yukarılardan bakardı. Kadın ise, 20-25 yaşlarındaydı. Yüzü, biraz tatarımsı olmasına rağmen, oldukça, güzeldi. Anlaşılan, öğretmen okulundan, yeni mezun olup gelmişti. Fazla deneyimi yoktu. Talebelere, nasıl davranacağı hakkında, tereddüt geçiriyordu. Acaba, sıcak mı davran sındı, yoksa, soğuk mu ?
Sınıfta ders anlatırken, bazı arkadaşların yaptığı gibi, ben de Ona bakarak, dalar giderdim . Toplu fotoğraf çekimlerinde, Onun yanında bulunmak isterdim. Aynı devrede tayin olup gelen, edebiyat Öğretmeni'nin, Ona karşı ilgi duyduğu, benim gibi, bir çok arkadaşın gözünden kaçmıyordu. Teneffüslerde, sık, sık bir araya gelerek , yana, yana dolaşırlardı.
Bir yerlerde okumuştum, sakız çiğnemenin, diş ve diş etlerine faydalı olduğunu. Zaten köyde de, bir bitkinin öz suyundan sakız yapar çiğnerdik. Dolaysıyla, bu yönde alışkanlığım vardı. Okulda da bu alışkanlığımı devam ettiriyordum.
Bir gün, teneffüsten sonra, sınıfa, sakız çiğneyerek girmiştim . Henüz yerime oturtamamıştım ki, yeni edebiyat öğretmeni sınıfa girmişti. Sıraya otururken Onu gördüm, sakızı ağzımdan çıkarayım mı, yoksa , çıkarmayıp yutayım mı diye bir an tereddütten sonra onu çıkarıp ovucuma aldım. Öğretmenin gözü bende ve hareketlerimde olmalı ki, bana doğru gelerek,
- Nedir, o ağzından çıkardığın, dedi ovucumu açıp, göstermek mecburiyetinde kalmıştım. Ovucuma bakmakla, tokadı yemem bir oldu . Bu hayatta yediğim ikinci tokattı. İkisi de sudan sebeplerdendi. Çok bozulmuştum. O kadar arkadaş içinde tokat yemem, çok ağrıma gitmişti. Ama asıl sebebin, sakız çiğnemek değil başka bir şey olduğunu tahmin etmek pek de güç değildi. Bunu düşünerek, biraz da olsa teselli olmuştum.
Okulda, tokat yiyen çok arkadaş görmüştüm. Onlar, daha ziyade, sigara yasağı yüzünden, böyle bir muameleye maruz kalıyorlardı. Müdür muavini ve yeni gelen edebiyat öğretmeni gibiler, zaman, zaman tuvaletlere baskın yaparlardı. Ve yakaladıklarına, Allah yarattı demeden, sille tokat girişirlerdi. Sigara içen talebelerin çoğu paralı okuyanlardı. İçlerinde iyi arkadaşlar da vardı. O kadar sopaya, aşağılanmalarına rağmen, neden sigarayı bırakmadıklarına veya bırakamadıklarına şaşar, hayret ederdim.
7. RESİM HOCAMIZ
Resim yapma kabiliyetim pek yoktu. Resim hocamız, çok güzel, otoriter ve aynı zamanda, hanım efendiydi. Bir gün, resim dersinde, kürsünün üzerine koyduğu vazonun ve içindeki çiçeklerin resmini yapmamızı istemişti. Ben, yine arka sıralarda oturuyordum. Hocamız, bir müddet sonra, sıraları dolaşmaya başladı. Kimine 'iyi' diyor, kimine, ' biraz daha çalış, şöyle yap, böyle yap ' diyerek ilgi gösteriyordu. Sıra bana gelmişti. Yaptığıma, şöyle bi baktı, anlaşılan, bir şeye benzetememişti. Yanıma oturdu. Bana , yeni ve temiz bir resim kağıdı çıkarttı. İzah ede, ede, vazonun ve çiçeklerin resmini kendisi yapmaya başladı. O resim yaparken, ben de Onun sıcaklığını hissediyordum. Bu hissettiğim, acaba, duymadığım anne sıcaklığımıydı ? Yoksa, bana değer verdiğini düşünmemden mi ileri geliyordu? Artık , resim derslerinin gelmesini, dört gözle bekler olmuştum. Çünkü, her derste yanıma oturur, bana çizimlerde yardım ederdi. Ne yazık ki, resim dersleri, haftada bir saat ile sınırlıydı.
8. ÖRNEK TALEBELER
Bir gün, müdür muavini, Hüsnü Baba,- ki genellikle böyle derdik-, beni, Hüseyin'i ve Saim'i yanına çağırtmıştı. Merakla, birbirimizin yüzüne baktık ve sonra da odasına gittik. Masasının arkasında, gözlüklerinin üstünden, bizi ilk defa görüyormuş gibi bakarak,
-Siz, üçünüz, okulun, en ahlaklı talebesi seçildiniz. Okulun disiplin kurulu, böyle bir karar aldı . Bu günden itibaren, karma sınıfta ders görecek, oradaki ahlaksız talebelere örnek olacaksınız, dedi. Bizi, peşine takıp, karma sınıfa götürerek, içeri girdi ve
-Bu üç arkadaşınız, badema bu sınıfta ders görecekler, diyerek , Hocaya, hiç bir izahatta bulunmadan çıkıp gitti .. Bilahare, karma sınıfta paralı olarak okuyan üç arkadaşımız, bizim sınıfa nakledilmişlerdi.
Tevatüre göre: Onlar, kız talebelerin içinde, kız talebelerden ziyade, kısa boylu, şişman, uzun yıllarını bu mesleğe vermiş, kadın bir öğretmeni, ahlaka aykırı davranışlarıyla taciz etmişlerdi. Hoca da , Onları, idareye , şikayet etmek mecburiyetinde kalmıştı. Okulun disiplin kurulu toplanarak, çare olarak, böyle bir uygulamayı münasip görmüştü.
Benim için, bu bir mükafat mıydı? Güzellere bakmayı her zaman seven ben, bundan sonra etrafıma bakamayacak mıydım ? Mamafih, O arkadaşların yaptığı şey çok farklı, düpedüz ahlaksızlıktı....
...
9. BAĞLAR KOPUYOR
Okullar tatil olmuş ve biz artık, üçüncü sınıfa geçmiştik. Biz okuldan ayrılırken, son sınıftakiler, bitirme imtihanları için, harıl, harıl çakışıyorlardı. Gelecek sene, Allah kısmet ederse, biz de bu heyecanı ve endişeyi yaşayacaktık.
Aslında, yaz tatilini, okulda geçirebilirdim. Devlet bu imkânı veriyordu, ama burada kaldığım takdirde, kendimi çok yalnız hissedeceğimden emindim. Köye gitmeyi hiç aklımdan geçirmiyordum. Çünkü orada çektiğim acıları unutmam mümkün değildi. Dolayısıyla, yine, İzmit'e gitmeye karar vermiştim.
Eve vardığımda, bir sürprizle karşılaştım. Ağabeyim, muhittin oradaydı. Yine işsiz kalmış, dayımız bir iş bulur ümidiyle gelmişti. Dayım ise, akşam eve geldiğinde, Onu görünce fena halde bozulmuştu. Yengem, usulca Onu teselli etti. Yengem, Kel Hasan beye hitaben bir mektup yazacak, Muhittin'e iş vermesini isteyecekti. Kel Hasan bey göçmendi, İşi gücü yokken dayım ve yengem Ona çok yardım etmişlerdi. Dayım, yeni gelen, yatacak yeri olamayan çoğu göçmene, barınak sağlayarak yardım etmişti. Onlardan biri de Hasan beydi. Ama Onun aile içinde özel bir yeri vardı. Yengem, icabında, Onun çamaşırlarını yıkamış, söküğünü tamir etmişti. Hasan bey bir ara askerîye kuru erzak pazarlamış, zengin olmuş, şimdi ise inşaat müteahhitliğine soyunmuştu. Halen, İstanbul, Kara köyde, bir han inşa etmekle meşguldü. Yengemin mektubu sayesinde, Muhittin muhakkak iş bulacaktı. Gerçekten de ertesi gün, Muhittin, cebindeki mektupla, İstanbul'a hareket etmişti.
Bu yaz, piyano sesinden ve onu çalanın yakınlığından, yoksundum. Çünkü, üç kız kardeşler, Ankara'ya taşınmışlardı. Onların yerine, Yengemin ahbapları olan, Tavşancıllı bir aile taşınmıştı. Onların konuşmaları, o yöreye özel ve şiveleri farklıydı. Bizim kızlar, Onları sevmelerine rağmen, konuşmalarını taklit ederek alay ederlerdi. Anlaşılan, insanları Ti ye almak, Onların karakteriydi. Ayrıca, hazır cevap olmakla da övünürlerdi. Hiç bir lâfın altında kalmak istemezlerdi. İyi veya kötü, muhakkak, cevaba, cevapla karşılık vermeleri gerekliydi sanki. Bu yüzden, Bazen babaları ve bilhassa, ağabeyleri Erdemle ters düşer, Onları kızdırırlardı.
Geceleri, yer yatağında, salonda yatıyordum. Dayım yatağından kalkar, salonda dolaşırdı. Seneler önce başlayan nefes darlığı, artan bir şekilde, hâlâ devam ediyordu. Acaba, doktora gitmiyor muydu? Acaba , bunun çaresi yok muydu? Sıkıntıyla dolaştığını görüyordum, O benim uyuduğumu zanneder, ben de uyurmuş gibi davranırdım, ama gerçekten, çok üzülüyordum.
Okulun, yani devletin verdiği kıyafetlerle, artık, üstüm, başım düzgündü. Galiba, kendime, biraz da güven duygusu gelmişti.
Dayım, yine bana, fabrikada iş bulmuştu. Sabah gidip, akşam geliyordum. Bazen, oralarda Erkan'a da rastlardım. Klor fabrikasında, laborant olarak çalışıyordu. Karşılaştığımızda, sanki bir yabancıymışım gibi davranır, burun kıvırır, geçer giderdi. Galiba bir işçi parçasıyla görünmek, Onu utandırıyordu.
Bir akşam üstü, iş dönüşü, yengem çarşıya gitmemi istemişti. Kıyafetlerimi değiştirerek, alış verişi yapıp gelmiştim. Birden, çiçekleri sulamak aklıma gelmiş, fakat, bu arada ayakkabılarımı ıslatmıştım. Kendi, kendime, küfür edip söylenirken, Duvarın üzerinde oturmakta olan Erkan, her zamanki alaylı tavırlarını takınmış, bana lâf atmaya devam ediyordu. Ayakkabılarımı ıslatıp söylendiğimi görünce,
-Ayakkabı senin neyine gerek, sana çıplak ayak yaraşır, ya çıplak ayak dolaşacaksın ya da çarıkla. Çarıkları, gömdüğün yerden çıkarıp, ne zaman köyüne döneceksin, merak ediyorum,' demez mi? Artık Onun acımasız ve alay eden tavırlarından bıkmıştım ve belki de bir birikimin neticesi,
'Senin, dinine, imanına' diyerek suratına, aniden bir yumruk aşk ettim. Neye uğradığını şaşırdı. Galiba burnu kanıyordu. O da bana vurmaya başladı. Yengem ve Tavşancıllılar aramıza girip ayırmaya çalıştılar. Onunki, 120 kiloluk bir vücuttu. Altında kalsam, belki de beni ezerdi. Ceketimi, bıraktığım yerden kaptığım gibi, bahçe kapısından dışarıya fırladım. Yengemin arkamdan,
--Hayvan herif! Neredeyse, çocuğu öldürecektin' diyen sesi kulaklarımda yankılanıyordu.
Bu defa, ok yaydan çıkmıştı. Kendime hakim olamamıştım. İlk aklıma gelen Dayımdı. Ona ihanet etmişim gibi geliyordu. Peki, bundan sonra ne yapacaktım, nereye gidecektim. Sokaklarda, serseri gibi dolaşırken, hava da kararmıştı. Aklıma, ne okul, ne de köy gelmişti. Bir müddet için, Muhittin'in yanına, İstanbul'a gitmeyi düşündüm. Ama, sokaklarda dolaşırken saatler geçivermişti. Bu sefer aklıma Belediye geliverdi. Orada, bekleme odasında bir kanepe vardı, geceyi orada geçirebilir, sabah olunca, bir çare düşünürdüm.
10 ATLATILAN TAHLİKE
Bu düşüncelerle, Belediye binasına doğru yürüdüm. Zabıta memurlarından biri, orada nöbetçiydi ve beni de tanıyordu.
-Bu gece, burada, kalmak istiyorum, bekleme odasında, nasıl olsa bir kanepe var, şöylece uzanır yatarım, dedim. Memur, merak etmiş gibi,
-- Peki, ama, neden Dayınlarda değilsin? Sorusuna karşılık,
-Erkan ile kavga ettik, Yarın , belki ,tekrar eve giderim, deyince,
--İyi öyleyse, kalabilirsin, dedi. Bekleme odasına girip kanepenin üzerine uzandım . Bütün düşünceler beynime hücum etmişti. Böyle ne kadar zaman geçti, bilmiyordum. Bir ara, dışarıdan, koridordan, sesler geldiğini duydum. Koridoru, loş bir ışık aydınlatıyordu. Şöyle doğrulup baktığımda, zabıta memuru ile bir itfaiyeci konuşuyorlardı. Daha önce ne konuştuklarını duymamıştım ama, şimdi zabıta memurunun sesini duyuyordum.
--Hayır, O kimsesiz çocuklardan değil, Belediyede Onu herkes tanır. Dayısı, burada güçlü bir insan, Bizim de amirimiz, sakın aklına kötü bir şey getirme, diyordu. Badema kulağıma sesler gelmez olmuştu. İkisi de , orada ayakta duruyorlardı, belki de alçak sesle konuşmaya devam ediyorlardı.
İçimi bir korku sarmıştı. Uykuya dalacağım diye ödüm kopuyordu. Bir an önce güneşin doğmasını Tanrıdan dilemeye başlamıştım. Uyumadığımı belirtmek için, zaman, zaman öksürük numarası yapıyordum. Nihayet şafak sökmeye başlamıştı. Şafak söker, sökmez, yavaşça, yattığım yerden doğruldum. İtfaiyeci görünmüyordu, zabıta memuru da, sandalyenin üzerinde kestiriyordu. Seksizce oradan ayrılarak, sabahın seriliğinde, istasyona doğru yürüyüp gittim.
Tren yolculuğu boyunca, hep , Dayımı düşündüm. Olanları öğrenince, kim bilir, ne kadar üzülmüştü. 'Yedir, içir, güven, hatta, eserim diyerek gurur duy, sonra da öz oğluyla kavga etsin! Olacak şey miydi?' Bu , itimadı, suiistimalden başka ne olabilirdi. 'Öfke gelir , göz kararır, öfke gider, yüz kızarır' ata sözüne ne kadar uyuyordu bu durumum! Gerçi, Şişkonun, ne kadar acımasız , dalaş kan ve kinci yaradılışta olduğunu bilmeyen yoktu, ama Dayım ve Yengemi düşününce, hiç bir mazeret beni haklı gösteremezdi.
Karaköye varınca, bir kaç inşaat dolaşarak, Muhittin'i bulmuştum. Yine patron pozlarındaydı. İşçilere, bir şeyler tarif ediyor, sanki, mal sahibi ibişçesine emirler veriyordu. Torpilli olduğundan, Hasan Bey, Ona, kalfa yardımcılığı ve puantörlük görevi vermişti. Beni görünce şaşırdı,
--Ne işin var senin burada, dedi.
--Erkanla fena halde kapıştık, bu sebeple evden kaçtım. Bir daha oraya dönmek istemiyorum, dedim.
--Peki, ya Dayı? Onun iyiliğini nasıl unutacaksın?
-Onu hep hatırlayacağım.
-Peki, Şimdi ne yapacaksın?
-Bir müddet, seninle kalırım. Belki de çalışacak bir iş bulurum. Okullar açılınca da Bilecik'e dönerim. Muhittin bir müddet sessiz kaldıktan sonra,
--Burada kalamazsın, doğru, dürüst yatacak bir yer bile yok. Ben, burada, inşaatta yatıyorum. Sen en iyisi, Yasemin ablana git. Seni sevdiğini söylüyordun. Belki yaz boyu, orada kalmana müsaade eder, bel ki de seni İzmit'e götürüp, Şişman ile barışmanı sağlar! Ha , ne diyorsun?
Geri dönmeyi artık hiç istemiyordum. Böyle bir davranıştan sonra, Onların yüzüne nasıl bakabilirdim. Fakat Yasemin ablaya gitme fikri bana cazip gelmiş, yeni bir ümit vermişti.
--Haklı olabilirsin, hemen şimdi, oraya gidiyorum, nasıl olsa, yerlerini, yurtlarını biliyorum.
-Al şu 20 lirayı, yanında bulunsun, belki lazım olur.
Hayret! İlk defa bana para veriyordu Benim kazandıklarımı bile elimden alan insan, şimdi bana para veriyordu? Gerçekten de verdiği para işe yarayabilirdi. Gideceğim yerde, kabul görmezsem, okula, geri dönecektim.