Zorlu Dönemeçler-1-b6-3-6
3. DAYIMIN ÖLÜMÜ
Merakım ağır basmıştı, sordum:
--Hayrola, abla! Baş ağrın geçmedi mi? Neden, böyle üzüntülü görünüyorsun ? Üstelik, ağlıyorsun? Aniden, boynuma sarılarak,,
--Babasız kaldım, Yusuf! Babam rahmetli oldu. Artık, üzülme sırası bana gelmişti.
-Ne zaman öldü? Neden ve nasıl öldü? Benim niye haberim olmadı?
--Biliyordum ki, sen, bitirme imtihanlarını vermekteydin. Senin zihnini, allak bullak edecek böyle bir haberi vermekten imtina ettim. Bir de, Erkanla, aranızda olanları düşündüm. Ayrıca, annemle konuştuk, sana bildirmemeye karar verdik,
--Peki, uzun süre mi hasta yattı?
--Hastalık siroza çevirmişti. Son zamanlarda, çok acı çektiği için, doktorlar, biraz rahatlasın diye, morfin ve benzeri ilaçlar vermişlerdi. Bunlar , biraz da alışkanlık yaratmışlardı. İlaç masrafı yüzünden, annemle araları bozulunca, hasta haliyle, benim yanıma kadar gelmişti. Bir müddet, bizde kalmış, fakat daha sonra evini özlemişti. Bu özlemini sezince, İzmit'e giderek, annemi getirmiş, aralarını bulmuş ve İzmit'e geri göndermiştim. Ne yazık ki, çok yaşamadı ve ölüm haberi geldi. Haber bana geç ulaştığından , maalesef, cenazesine bile yetişemedim Bensiz kaldırmışlardı. Ancak, kabrine kapanıp göz yaşlarımla ıslattıktan sonra biraz teselli bulabildim. Bütün dinî görevleri yerine getirdikten sonra, bir müddet, Onları yalnız bırakmadım . Buraya döneli, ancak, bir kaç gün oldu.......
Ablam anlattıkça rahatlıyordu, ama benim, acım ve üzüntüm artıyordu. Dayımın yaptığı iyiliğe karşı, kendimi, vefasız ve nankör bir insan olarak görüyordum. Üstelik, ablama, hastalığı sırasında, 'Yusuf, benim eserim olacaktı, artık Ona sen sahip çık, elinden tutmaya devam et' demişti. Bunu duyunca, hıçkırıklarımı tutamadım, evin bir köşesine kaçarak, göz yaşlarım kuruyuncaya kadar ağlamaya devam ettim.
Bir ara, merdiven tarafından gelen bazı sesler duydum . Bunların arasında, çocuk sesleri de fark ediliyordu. Ablamın komşusu, Gülcan'ın sevgili Cici annesi, Begüm hanım, alı, al, moru, mor merdivenlerden ,söylene, söylene çıkıyordu. Yüzünün, esmer teni, kızarmış ve terlemişti. Kucağında taşıdığı çocuk, ablası gibi kızıl saçlıydı ve ağladığı her halinden belli oluyordu. Kadının söylenmesinden anlaşıldığına göre, Gülcan kadar uslu değil, çetin cevizdi . Gülcan, bir hayli, büyümüştü. Küçük kız ise neredeyse, bir yaşında görünüyordu. Ve odaya girer girmez, 'anne ' diye, karyolaya doğru atıldı. Dengesini bulup yürümeye çalışıyordu. Annesi de ' Gel benim güzelim,' diyerek, Ona kollarını açmıştı.
Demek migren krizi gelmeden önce, çocuklar, komşu Begüm hanıma gönderilmişti.
4. MÜSRİFLİK ÖRNEKLERİ
Bu yaz tatili süresince, yengem ve kızların biri gelip, biri gidiyordu. Dayım öldükten sonra, sanki, rahatlamış gibiydiler, ama, para sıkıntısı çekiyorlardı. Fakat, yine de, üzüntülü görünmek, teselliye ihtiyaçları olduklarını hissettirmek istiyorlardı. Kızların, bilhassa Çiğdem'in asıl arzusu, biraz, gezip, eğlenmekti. Maltepe'de oturan bir kız arkadaşı vardı. Ailesi çok zengindi. Mısırla ilgileri olduğu, oradan altınlar geldiği söyleniyordu. Çiğdemin bu arkadaşı, su gibi para harcıyordu, bizimki de aynı şeyleri yapmak istiyor, bunu tahakkuk ettirebilmek için de her gelişinde , ablasından para istiyordu.
Menekşe ise, daha ziyade, süse, süsüne düşkündü. Hep iyi ve yeni şeyler giymek isterdi. Ablasının giyeceklerini, uymasa da giymek ister, Ona rahat vermezdi. Ama, ablası, herhangi bir iş yapmasını istediği zaman, yan çizer, pek iş yapmasını sevmezdi.
Artık, yengem dahil, kızların benimle arası düzelmişti. Zaten hepsi de, Erkanın huysuzluğundan şikayetçiydiler. Daha, babasının ölümü üzerinden 15-20 gün geçmeden, annesinden, bisiklet almasını istemişti. Annesi, parasızlıktan şikayet ettiğinde ise, ' ben anlamam, Babam muhakkak para bırakmıştır, hisseme düşen paradan, bisiklet almanı istiyorum' diye tutturmuştu.
Şimdi, babasının yükünü omuzlayan, yalnızca Erdem' di. Çalışmasının karşılığı olarak aldığı parayı, ev için, kardeşleri için harcıyordu. Ama , aldığı paranın harcamalara yetişmesine imkan yoktu. Çünkü, kardeşleri, babalarının zamanındaki tantanayı sürdürmek istiyorlardı. Babadan, herhangi bir maaş bağlanmayınca, genç bir teknisyenin aldığı ücret, bu masrafları karşılamaya yetmiyordu. Kahvaltıda yenen peynir bile, müsrifliğin bir göstergesiydi. Yarım kilo beyaz peynir, bir tek sabah kahvaltısında bitiveriyordu. Belki, bitmiyordu, ama , sofrayı kaldırmaya üşendiklerinden, öylece bırakıp kalktıklarından, artan peynirler, kedinin ve köpeğin midesine gidiyordu. Bu yüzden, Erdem, ablasına yazdığı mektuplarda, bu durumdan şikayet ederdi.
Ablası ise, iyi bir yemek pişirse, kardeşlerini düşünür, yemekte, iştahı kaçardı. Bazen, Onları düşünerek, ağladığı bile olurdu. Baba evinin üst katları , halen kira getiriyordu. Ne kiradan, ne de mirastan herhangi bir hak talep etmemişti. Rahmetli annesinden kalan dükkanın kirasını da Onlara bırakmıştı. Üstelik, misafir olarak gittiği veya Onların buraya geldikleri zaman da eli üstlerinden gitmiyordu.
Enişte bey, bu geliş, gidişlere karşı duyarsız gibiydi. Hareket ve davranışlarında bir değişiklik görülmüyordu. Zaten, duygu ve hislerini belli etmeyen biriydi. Yengem ve kızlar, Ona hayrandılar. Onlara ve çoğu kimseye göre, çok efendi, eşi bulunmaz bir insandı. Ama, Onun, kendi yaşantısında bir değişiklik olmamıştı. Hafta sonlarında, yalnız başına yürüyüşe çıkmalar, Polonez köye gitmeler devam ediyordu. Orada, bir kadınla ilişkisi olduğuna dair dedikodu, ablamın kulağına kadar gelmişti. Ablam, acısını içine gömmeyi bilmişti ki, komşu kadınlarla bir araya geldiği zamanlar, yine gülüyor, kulaklara hoş gelen, gevrek kahkahasını atıyordu.
5. YİNE BİR GÖNÜL İŞİ
Ablam, geçen sendeki gibi, zaman, zaman , bana takılmaktan duramıyordu.
--Bu sene, okulda, kaç kızın gönlünü yaktın? Bir mi, beş mi? Ben de Ona, gönül maceralarımı anlatırdım. Ama, en çok Mualla'nın öyküsü aklında kalmıştı ve tavsiyelerine devam ederdi.
--Anlaşılan, yaşadıkların geçmişte kalmış. Biraz da, buradakilere, komşu kızlarına bak, diyerek, isimlerini sayardı.
Saydıklarının hepsini tanıyordum. Hiç biri, bana göre, daha doğrusu, değer yargılarıma uygun değildi. 'Her yiğidin gölünde yatan aslanın farklı olması doğaldı'. Ben de , her şeyden önce, Onların, gözlerinin, açık renk olasını tercih ederdim, Buna rağmen, alt kattaki kiracının kızı ( evlatlığı) bana, biraz farklı gelmişti. Ablam söyledikten sonra dikkat etmiştim. Galiba, benden, bir- iki yaş büyüktü. Vücudu düzgün, bacakları muntazam, siyah saçlı, kara üzüm gibi gözleri vardı. biraz da zayıf ve zarifti.
Artık, çeşmeden su taşırken, bahçede çalışırken, sokaktan eve gelirken, gözüm, hep, o tarafa, Onların pencerelerine kayar olmuştu.
Buraya geldikten ekiz on gün sonra, okula gidip, kaydımın gelip, gelmediğini öğrenmek istemiştim. Bu nedenle, Üsküdar'a uğrayan bir vapura, oradan da tramvaya binerek, Haydarpaşa lisesinin önünde indim. Bina, muhteşem büyüklükteydi. Bahçesi, yüksek duvarlarla çevrilmişti. Önce, bakımlı geniş bahçesinden, sonra da çift kanatlı, ahşap kapısından geçerek, geniş koridorlara ulaştım. Okul idaresinin bulunduğu yeri, sorarak öğrendim. İlgililere, adımı ve soy adımı söyledikten sonra, Bilecik'ten, kaydımın gelip, gelmediğini sordum. Evraklarım gelmiş ve kaydım yapılmıştı. Ancak, 'hangi branşı tercih ettiğimi ' sorduklarında, 'Edebiyat,' cevabını vermiştim. Ayrılırken, 'okullar açılmadan, bir kaç gün önce gelirsen iyi olur' tembihinde bulunmuşlardı.
6. SİMİTÇİ DÜKKANI
Okula kaydımın yapıldığını öğrendikten sonra, geri kalan tatil süremi, bir yerde, çalışarak değerlendirmek istiyordum. Ablam, konuyu Enişte Bey'e açınca, O'da , bana, aziz arkadaşı, muhtarın dükkanında, bir iş bulmuştu.
Simitçi dükkanı, vapur iskelesinin karşısında, küçük bir yerdi. Burada, yalnız simit değil, pofça, kurabiye gibi şeyler de satılıyordu. Muhtar amca, sabah namazından çıktıktan sonra, dükkanı açıyor, henüz, fırından çıkan, mamulleri alıyor ve ben gelinceye kadar satışa devam ediyordu. Görevi, ben devir aldıktan sonra, ancak, akşam üstü, saat 1700- 1800 de geliyordu.
Bu iş, oldukça, hoşuma gitmişti. Dükkana, değişik insanlar gelip gidiyordu. Boş kaldığım vakitlerde de, caddeden geçen insanları izlemek, bana zevk veriyordu. Ancak, kıyafetlerinden, hâl ve tavırlarından, fakir oldukları anlaşılan insanlar geldiklerinde, mazim gözümün önüne geliyor, hem kendi, hem de Onlar namına üzülüyordum. Öyle veya böyle, burada çalışmak suretiyle, hem tecrübe edinmiş, hem de bir kaç kuruş okul haçlığı kazanmıştım. Dolayısıyla, yaz tatilimi değerlendirdiğim için memnundum ..
Okulun açılacağı tarih belli olmuştu. Bir, iki gün önce okula gitmem gerekiyordu. Okul açılıp, dersler başlamadan gitmeliydim ki, yatakhanede yerimi bileyim, yemekhane ve kütüphane ve sınıfları göreyim düşüncesindeydim. Evden ayrılırken, Yasemin ablamın, ' hafta sonları da buraya gel, bizimle geçir' demesi, beni çok sevindirmişti.
Hafta sonlarında, sağa, sola gitmek, arkadaşların peşine takılıp eğlenmek, para, hem de epeyce para isteyen bir işti. Öyle harcayacak fazla para da bende olmadığına göre.... Ayrıca, burası, koskoca bir şehirdi, her türlü olumsuzluklar söz konusu olabilirdi. Bu sebeple, ablamın teklifi, bana daha uygun ve cazip gelmişti. Nihayet, vapur 3 kuruş. Tramvay 2,5 kuruştu. Yani, on kuruşla, oraya gidip, gelmek mümkündü. Okuldan çıkmayıp, devamlı kalsam, bu sefer de, hapis hayatı yaşıyormuşum gibi, psikolojik bir etkisi olacaktı. Halbuki, Bilecik'te, hafta sonu yaşamı farklıydı. Bir kaç arkadaş bir araya gelerek, grup oluşturur,, kendimizi (Mevsim uygunsa) kırlara, tarlalara atardık. Hem koşar, hem de, doğanın nimetlerinden, çağla, ayva ceviz gibi, istifade ederdik. İstanbul'da böyle bir imkân olmadığına göre, ablamın teklifine sevinmiştim. Üstelik, şimdi, bir de gönül işi vardı, Ayça!
Tekrar, iki kanatlı, büyük ahşap kapıdan içeri girdim. Talebelerin girdiği kapı ile öğretmen ve idarecilerin girdiği kapı ayrıydı. İlk işim, idari büroya uğrayıp geldiğimi haber vermek oldu. Katılışımı not aldıklarını, ancak, yemek için, bir gün sonraki tablodod'a ilave edebileceklerini, ama akşam yemeğini yiyebileceğimi söylemişlerdi. Ayrıca, üç gün sonra, bahçede, okulun açılış töreni yapılacağını belirtmişlerdi. Yatakhane ve yatacağım yeri öğrendikten sonra, akşama kadar, vaktimi değerlendirmek için, İstanbul'a ilk ayak bastığım yer olan Fener yolu'na gitmeye karar verdim. Orada, köylülerden bir kaçını bulacak, sohbet edecek, havadis alacaktım. Bu düşünceyle, tramvaya atlayıp oraya gittim. Nitekim, komşumuz, Osman ile Huylu Osman, kahvede, oturur buldum. Beni görünce, sevinmişlerdi. Masada yer açıp, çay ikram ettiler. Benim talebe olduğumu, okuduğumu biliyorlar, belki de gurur duyuyorlardı. Nede olsa, köylerinden çıkarak, bu seviyeye kadar okuyabilen ilk çocuk bendim. Davranışları, bu kanımı doğruluyordu. Aslında, ilk olmanın gururunu ben de duyuyordum. Konuşma sırasında, Muhittin ile İbrahim ağabeyimi nerede bulabileceğimi sordum. Muhittin, karabatak gibiydi. Nerede olduğu bilinmiyordu. Ama, İbrahim ağabeyimi Selami Çeşmenin orada görmüşlerdi. 'İstersen Onu gör ' dediler. İbrahim ağabeyimi, hakikaten, severdim. Ana bir baba ayrı olmasına rağmen, Onu, muhittin'den daha fazla sever, hürmet ederdim. Her zaman, İstanbul'a gelip, gidenlerden değildi. Yağmurun az düştüğü, mahsulün az olduğu durumlarda, bir kaç kuruş kazanmak maksadıyla gelirdi. Onu göreceğim için sevinçliydim. Hat boyu Selami Çeşmeye doğru yürümeye başladım. Onu tahmin ettiğim yerde, fıstık çamının altında uzanmış, dinlenirken buldum. Beni görünce, mavi gözleri güldü. Kaç senedir, birbirimizi görmemiştik. Şimdi, karşısında, pejmürde kıyafet yerine, düzgün kıyafetli, biraz da büyümüş olarak, beni görünce, şaşırdığı belliydi. Ellerini öpmek istedim, öptürmedi, sarılıp, kucaklaştık.
Anlatacak çok şey vardı. Ben anlattıkça da,
--Aferin, Yusuf! Aferin kardeşim, diyordu. Okuyan bir kardeşinin olması, belli ki Onu sevindiriyordu. Konuşmalarımız sırasında, Dayımın öldüğünü duyunca, çok üzülmüştü. Çünkü, Onu, tanıyor, benim için yaptıklarını biliyordu.
Kendisinin, buraya, çalışmaya gelme sebebini de,
--Bu sene, köye, çok az yağmur düştü. Tarlalarda mahsul olmayacağını anlayınca, bunu telafi maksadıyla, buraya geldim. Eh! Borçları ödeyecek bir kaç kuruş da biriktirdim, Allah bereket versin, diyerek açıklamıştı. Köyden havadislere gelince: Annem, yine, midesinden şikayetçiydi. Kardeşim Celâl büyümüş, koca delikanlı olmuştu. Nadire nin, bir kızı daha olmuş, Kendisi de karısını boşamış, Geredeli hocanın kızıyla evlenmişti. Bir oğlu, bir de kızı olmuştu.
Ağabeyimin bu sözleri, beni mazime sürüklemişti. Daha çok acılar, Acı ve eziyet çeken insanlar ve daha az sevgiler!....
Akşam üstü, ayrılırken' lazım olur' diye, bütün itirazıma rağmen, elime 10 lira tutuşturmuştu. Sarılıp, öpüştükten sonra, 'Ben de bir kaç gün içinde, köye döneceğim' demişti.
Gece, okulda, değişik bir ortamda ve değişik bir yatakta uzanmış yatarken, düşüncelerimde, hâlâ, mazinin sahneleri yer alıyordu ve bir türlü uyutmuyordu. Yatakhanede, benim gibi, erken gelen bir kaç arkadaş daha vardı ki, Onlar konuşa, konuşa çoktan uykuya dalmışlardı.