Zorlu Dönemeçler -1(6-10)
6. EBEM VE KIZLARI
Sabah tarhana çorbasının yanında , bilmediğim, görmediğim şeyler de vardı. Bunlar,: kaşar ve beyaz peynirle , kara zeytindi .Muhittin getirmişti. İlk defa tadıyordum. Bunlar benim için özel yiyeceklerdi, ve ancak köydeki zenginlerin alıp yiyebileceği şeylerdi. Köyde süt, yoğurt, tereyağı gibi şeyler bulunur, fakat beyaz peynir yapmasını bilmezlerdi. Ama Ebem bunların tadını biliyordu. Çünkü O'da bir zamanlar ,genç bir kızken, İstanbul'da yaşamıştı. Arada, sırada anlatırdı: Büyük bir köşkte hizmet ediyordu. Daha ziyade köşkün mutfağında çalıştırıyorlardı. Soğan soyup, çentip doğramaktan gözleri yaş içinde kalırdı. Daha nice sıkıntılar içinde çalışmıştı ki dayanamayıp köye dönmüştü. Köye döndükten sonra evlendirmişlerdi. Kocası , köyün nüfuzlu ailesinden, ABACI sülalesinden Mehmet'ti. Ondan bir kız çocuğu olmuştu.Bir de Süleyman dayım. Onlar kuzeyimizde bulunan Sorgun köyünde yaşıyorlardı. Ev bark sahibi olmuşlardı. Daha ziyade Hava teyzemi tanıyordum. Birkaç defa köye gelmişti. Abacı Mehmet, bir müddet sonra 'boş ol ' diyerek Ebemi boşamıştı.
Ebem ikinci evliliğini Uzun İbrahim ile yapmıştı . Bu evlilikten de annem, Civan teyzem ve Arif dayım doğmuştu. Bir müddet sonra , ikinci darbeyi de Uzun İbrahim'den yemiş ve dul yaşamaya mahkum edilmişti. Halen doksan küsur yaşında, yanakları kırmızı, fakat beli büküktü. Kulakları da ağır işitiyordu. En mühimmi, yalnızlık ve fakirlikti. Üstelik bir de bana , torununa bakıyordu. Annem , babam öldükten sonra , hemen evlenmiş, ablamı yanında götürmüştü. Beni de bir, bir buçuk yaşımda Ebemin yanında bırakmıştı.
Sorgundaki Hava teyzem nadiren köye gelirdi. Civan teyzem ise yanımızdaki evde oturuyordu; üç tane çocuğu vardı ve kocasıyla beraber geçinmek için didinip duruyorlardı. Tarlaları kafi gelmediğinden , bazen, yarıcı olarak ta iş yapıyorlar, ancak geçiniyorlardı. Ebeme yardım edecek durumları yoktu; biraz da serde cimrilik vardı. Üçüncü kızı annemdi; köy şartları dul kalan bir kadının hemen evlenmesini zorunlu kılıyordu. Aksi takdirde sonu perişanlıktı. İşte ebem göz önündeydi. Ebem bu yaşta çalışmak , sağa , sola iş görerek kışlık erzakını toplamak, yakacak odununu toplayıp, sırtında taşıyıp, depolamak zorundaydı.
Ebemin bir diğer talihsizliği de tek oğlunun , birinci cihan harbinde şehit olmasıydı. Şehit olan Arif dayımın da yetim kalan bir oğlu vardı. Dul kalan gelin de bir başkasıyla evlenmiş , çocuğunu da beraberinde götürmüştü. Fakat annem beni beraberinde götürememişti. Çünkü evlendiği adam kendisinden gençti. O' da karısını boşamış, kızını ise, boşadığı karısına vermemiş, yanında alıkoymuştu.
Anam Onunla evlenince, yalnızca Nadire ablamı yanında getirmesine müsaade edilmişti. Biraz da Beni ebemin yanında bırakmak mecburiyetinin nedeni buydu. Bu mecburiyetlerden birisi de , herhalde , ebeme ve bana , yani yaşadığımız eve gelmemesiydi. Çünkü öyle bir ziyareti hiç hatırlamayacaktım.
Bu aylarda ve yıllarda ise ebemin sıcaklığından başka, anne sıcaklığı tatmamış, ninnisini duymamıştım.
'Bu duygularımı, yıllar sonra , aşağıdaki dizelerde dile getirecektim'.
'Bazen mazi derim, döner bakarım.
On yaşın altını, tekrar, tekrar yaşarım .
Bir köy ki küçük , tarlalar, bağlar,
Bir çocuk ki , yetim kalmış durmadan ağlar.'
Ne anne kucağı, ne de ninnisi;
Salıncakmış, beşikmiş, bunlar da nesi!?
Tek gözlü bir oda , doksanlık bir nine ;
Duyduğum sıcaklık, yalnız, Onundu yine.'
Annemi nasıl ve nerede tanıdım bilemiyordum . Hatıramda hiç yoktu. Yalnız hatırladığım şey; gizli ve dolambaçlı yollardan Onun yaşadığı eve gidişimdi . Bu anne hasreti miydi ? Yoksa açlık duygusu muydu? Veya ikisinin karışımı mıydı bilemiyordum. Böyle gidişlerimde , bir dilim ekmek vererek , beni savardı. Ve
-Amcan görmesin ' diye tembih etmeyi de unutmazdı. Demek ki kocasından çekiniyordu.
Ebem doksan yaşındaydı, ama, hâla, yanakları kırmızıydı. Beli bükülmüştü, ama, kendi işini, kendi görüyordu, gözlüksüz, iğneye iplik geçirebiliyor, kendinin ve benim yırtıklarımızı yamayabiliyordu. Kimi aç, kimi zaman tok, yaşama savaşı veriyorduk
7 ACI BİR HATIRA
Bir kış günü yakacak odunumuz bitivermişti. Ebem bana
- Hadi Yusuf ! seninle biraz çalı , çırpı toplamaya gidelim, dedi. Yerler henüz karla kaplıydı. Ayaklarım çıplaktı. Benim için çarık bile lükstü. Birlikte, bir km. uzaktaki, Soğuk Pınara , oradan da yokuş aşağı , dere boyuna indik. Dere boyu ceviz ağaçlarıyla doluydu. Kuruyarak yere düşen ceviz dallarını ve topladığımız, çalı, çırpıyı sırtımıza yükleyerek, zorlukla. Yokuş yukarı yola çıktık. O soğukta, karlara bata, çıka yavaş, yavaş eve geldik. Ayaklarım donma derecesinde üşümüş, leylek gibi, birini kaldırıp diğerini indirerek kat ettiğim yolu ve ayaklarımın saatlerce, sızım, sızım sızladığını hiç unutmayacaktım.
Böyle unutamadığım bir olay da değirmenden dönüşümde vukuu bulmuştu:
8. İLK BAYILMAM
Köyümüzde un öğütmek için değirmen yoktu. Güney komşumuz Keşenuz'un yemyeşil akan bir çayı vardı .Bu çayın suyuyla değirmen işletiyorlardı. Köyümüzün insanı , un öğütmek için, genellikle bu köye giderlerdi Nadiren de olsa , daha uzak değirmenlere gidenler de olurdu. Ekin ve un eşek sırtında taşınırdı. Eşeği olmayanlar da olanların yardımına baş vururdu. Az miktarda una ihtiyacı olan bunu sırtında taşımak durumunda kalabiliyordu. Komşu köyün değirmenine ulaşmak kolay değildi. Yollar taşlı, çok inişli ve yokuşluydu.
Bir bahar günüydü; unumuz bitmiş olacaktı. Ebem bir torbaya ekin koydu . Bana dönerek;
--Yusuf! Değirmenin yolunu biliyorsun , şu torbayı sırtına al , değirmende öğüt gel, sakın, sağda solda oyalanma , dedi.
Bu mevsimde değirmen pek kalabalık olmazdı. Harman sonu , herkes un öğütme telaşına düşer, değirmenler , ana-baba gününe dönerdi. Herkesin buğday çuvalı sıraya konur, uzun süre beklemek gerekirdi. Bu bekleme , geceli, gündüzlü üç-dört gün de sürebilirdi. Bekleyenler , genellikle, çaydan ağ veya zıpkınla balık avlayarak vakit geçirirlerdi. Balık tutup açık arazide pişirenler, diğerlerini de balık yemeye davet ederlerdi Havanın sıcaklığına soğukluğuna bakmadan, çaya girip yüzenler de olurdu. Geceleri ise , değirmenin monoton sesinden uykular çabuk gelir, herkes, sırası gelen hariç, bir köşeye kıvrılır uyurdu. Sırası gelen de uyumaya başlarsa ' uyuma çuval ağzı aç ' diye ikaz edilirdi.
Değirmene , taşlı yollardan geçerek , öğleye doğru ulaşmıştım. Tenha olduğu için de un öğütmem uzun sürmedi. Torbayı sırtlayarak , dönüş yoluna koyulmuştum. Dönüş yolunun çoğu yeri yokuş olduğu için zorlanıyordum. Komşu köyü geçtikten sonra , son bir yokuşu daha tırmanmam gerekiyordu. Bu noktada , koca bir kaya vardı . Onun gölgesine oturup biraz dinlenmek istedim,; torbayı sırtımdan indirirken bir fenalık geçirdiğimi hatırlıyorum, bayılmışım. Birinin omzuma dürttüğünü hissettim. Gözlerimi açtığımda, 35-40 yaşlarında bir kadın olduğunu gördüm.
-Evladım ! bayıldın mı , yoksa uyudun mu ? dedi. Hatırlamadığımı söyleyince,
- . Karşı tarlada çalışıyordum. Birden , beyaz torba sırtında, gözlerim sana takıldı. Bu kayanın (diş) altına gelince birden bire yere uzandığını ve kımıldamadığını fark ettim. Merak edip yanına kadar geldim, seslendim ama hareketsiz yatıyordun; güneş mi çarptı acaba? Yoksa aç mısın? Biraz bekle sana su getireyim ' diyerek tarlaya doğru gitmişti. Dönüşte bir dilim ekmekle , bir testi su getirmişti. Su buz gibiydi, ekmeği de yiyince kendime gelmiştim.
-Sen, güneş çarpmasından değil, açlıktan bayılmışsın , dedi . Ben de böyle bir şeyin olabileceğini ilk defa duyuyordum. İsmini dahî bilmediğim O kadına, minnet duygularımla köye geldim. ( O da unutamadığım insanlardan biri olacaktı .)
9 DOĞA ANA
Ebem ve benim için en büyük sorun kış aylarıydı. Yaz aylarında ebem birilerine yardım eder , kışlık erzak olarak kim ne verdiyse onunla , kışı geçirmek mecburiyetinde kalırdık. Bunlar genellikle , tarhana , bulgur, pekmez, buğday, un erişte gibi şeyler olurdu. İlkbahar ve yaz aylarında ise ,süt yoğurt, bazen , az da olsa tereyağı verirlerdi . Köyümüzde süt ve yoğurt satma adeti yoktu. İneği olan bunları , komşularına , sevdiklerine göz hakkı olarak sunarlardı. Ebem tereyağı verdikleri zaman , bunu tuzlayarak kışa saklamayı tercih ederdi.
Yaz aylarında doğa, benim için beslenme kaynağıydı. Bu işi çok iyi öğrenmiştim. Tarlalarda, köye ait arazide pek çok hayrat meyve ağacı vardı. Hele , mezarlığın yakınında hayrat bir kara dut ağacı vardı ki , parmak büyüklüğünde ve tadına doyum olmazdı .Sanki bereket Tanrıçası gibiydi. Topladıkça dut vermeye devam ederdi. Abacılardan İbrahim ile aynı yaştaydık, Onunla tarlalarda koşar, mevsimine göre, ağaçlara sarılmış , asmaların üzümlerini, bazen korukken , bazen de olduktan sonra koparır , afiyetle yerdik. Ayrıca çitlembik, övez, iğde, ahlat, dut başlıca gıdamızdı. Dere boyu, boydan boya ceviz ağaçlarıyla doluydu. Hem tazesini, çakı ile oyup çıkararak yer, hem de toplayıp , kış için eve götürürdük.
Evimizin önünde küçük bir bahçe vardı. Şükriye ablamla Ebem burada , domates, fasulye ,hıyar, maydanoz gibi sebzeler yetiştirirlerdi;. asıl sebze ihtiyacını kırlardan karşılardık. Mancar denen bir ot ilkbaharda , çalı diplerinde yetişir, fakat acı olurdu. Onu haşlayınca acılığı kalmazdı. Kavurması, bulabildiğimiz takdirde, yoğurtla ,ıspanak gibi, pazı kavurması gibi lezzetli olurdu. Ebegümeci, kuzu kulağı, kırlardan topladığımız sebzelerdendi. Mantar ise , dağlardan, yaylalardan toplanırdı ; ama henüz zehirlisini zehirsizini seçecek durumda değildim.
Ebem namaz kılar, Ben de Onunla yatıp kalkmaya heves ederdim. Bana , kısa namaz sureleri öğretir, Ben de tekrarlaya, tekrarlaya ezberlerdim . İlk dini bilgileri Ondan edinmiştim.( daha sonraları, bu kısa namaz surelerini Nadire'ye de öğretecektim.)
Ebem çok ağır işitirdi. Yanına yaklaşır, karşısına geçerek konuşurdum. Yalnızken, kendi kendine devamlı konuşurdu. Hep maziden bahsederdi. Biraz da böyle konuşmalarına , hayret ederdim. .
10. YANIK İZİ
Kış geceleri, genellikle ablamlar da toplanırdık. Ocaktaki ateş çıtır, çıtır ses çıkararak yanarken, hem odayı aydınlatır, hem de bizleri ısıtırdı. Böyle gecelerde, büyükler masal anlatır, biz çocuklar da zevkle dinlerdik. Keloğlan-, Kak kavak Kızı, Ustura Dağı, Bin bir gece masalları böyle gecelerde öğrendiğimiz masallardı. Bu arada, çocukluk icabı, yaramazlıklarımız da oluyordu.
Bir kış gecesi, yine böyle ocak başında otururken, bitişik komşumuz, Daldal Ahmet'in kızı, Hava.
--Ben yanan koru elimde tutabilirim, aynı şeyi yapabilecek var mı? Diye ortaya bir laf attı. tutarsın tutamazsın derken; ocaktan yanan bir kor parçası aldı ve.,.
-Tut Yusuf , diyerek Bana doğru atıverdi. O kadar ani oldu ki elimi bile uzatmaya fırsat olmadan , kor entarimin yakasından göbeğimin hizasına kadar iniverdi. Feryat, figan ederken, ablamlar müdahale edip onu oradan çıkarıncaya kadar değdiği yeri yakıverdi. Yanığın üzerine derhal yoğurt sürüldü. O yanık acısını günlerce çektim ve nihayet geçti, ama izini hayat boyu göbeğimin üzerinde taşıyacak, ne zaman oraya baksam o geceyi hatırlayacaktım.