İçimden Geldim
loş bir sandığın
sessizliğinde minval halim
nemsiz, rutubetsiz acıyım
ağustos'ta kül yağıyor toprağıma,
tatsız, nadassız ve tuzsuzum....
uzun solukların tutuştuğu saatlerde
harlanmış miraj ateşinde göğüs kafesim
rengim ki kızılca bir kıyamet
zaman üzerimde ateşten gömlek
kim sürdü yüreğime bu felaketi
kim yaktı bu çırayı can damarıma
dedim insan, insan dedim
dedi ki,
insan hiç ateşte yakar mı nefesini ???
yaktı, kül etti dedim
harflerin,
silüetlerin adsız, anlamsız
bakışları altında seğirirken dünya
yakan bir cümleyi tekmeliyor kalbim
sağır bir duvara bağırırken tüm renkler,
darbelenemiyorken hafızasına devrimler
deliyor toprağı zarından, bağrından tuvalim
enkaz olan acıların, sancıların
yaşlarını ötekileştirse de zihnim
yine, yeniden düşüyor,
üşüyor peşime yangın yüreğim
omzuma
tüneyen güneşin ölüm merasiminde
dal, dal ağır yaşamı s/öğütüyor ellerim
buğulu bulutlara gözlerimi ferinden asıp
dayıyorum keşmekeşliğinde, keşkeleri
sürüngenliğinde bir eşiğin basamağına
kim,
kim kapattı ince bir toprağın tenini
ay'ın gamzesiz yüzüne bilmiyorum
ardı sıra, tutuşan acılar gönderiyorum
ardı boş zamana gelecekten gelemeyen
araf
bir yıldızdır koynumda tutuşan sancı
adresi, adressiz yalım bu fer-i feciri
tadı kan kıvamında bir dua'ya mimleyip
gecenin perçemine besmelesiz çekiyorum
işte o vakit,
tam da o vakit ustalaşıyor
acıya tebessüm etme sanatım
ve
oldum olası var olan,
soludukça soldum solası
hiç olamayan dumansız gerçeğin
prangalanan k/özünü ilikleyip külüne
yutkunduğum an'da, tam da o anda
“ahh insan çok ateşe atıyorsun kendini”
der içimden, içime gelişim, seslenişim
ve
yere, göğe yemin olsun ki,
bu deryadan çölü ben yaratmadım
der.. der ve gider..
sus’una, sus giydiren çıplaklığına
her yangın damlasında ter, ter üşümem...
dedim insan, insan dedim
dedi ki,
insan hiç ateşte yakar mı nefesini ???
Genel olarak soluğu güzeldi şirin, acıtan kelimeler yüreğe dokunsa da. Başarılar, nicelerine, saygıyla