Maraba,
MARABA,
Seyran bağları değildi bana burası,
Çile dağlarıydı önümde aşamadığım.
Yöre, töre, ağa üçgeninde,
Nasıl bir beladır ki bu başımdan savamadığım,
Nasırlaşmış elim ve yüreğimle,
Her acıya göğüs gererken,
Mutluluğun ta kendisiydi yaşamadığım.
Marabanın eksilir mi sırtındaki semeri?
Bel açlıktan nasıl tutsun kemeri,
Bu yörede yok insanın değeri.
Sabahı, akşamı gördük de,
Ne huzuru ne sevdayı yaşadık,
Ne yıldız, ne ay, ne güneşle görebildik seheri.
Tabiat dört mevsimken biz kaçını ki yaşadık,
Çocukluk, gençlik ve yaşlılık,
Ömrümün üç devresinde,
Bir oraya bir buraya taşındık,
Yürüyorken bu yolları, yollar değil biz aşındık.
Ne bir çıkar yol ne de kalmış im,
Düzlüğe çıkaracak devlet değilse kim?
Yöre, töre ikileminde bataklığa dalmışız,
Binlerce Çarambula'nın ışığı da olmasa,
Issız gecelerde yetim kalmışız.
Ahhh! Ki ne ah! Ne yaralı yüreğim,
Yıllarca beni besleyen bu bağlardı,
Lâkin
Boğaz tokluğuna çalışırken anam ağlardı.
Bir torbada üzüm,
Yüreğimdeyse hüzün topladım yıllarca.
Ve nihayet, can boğaza geldi bir kere,
Öfke zamanı,
Patladı çıbanın başı yürekte.
Hiddetin dışa vurma anıydı,
Bir çare bulma zamanıydı,
Feodaliteye inat,
Avaz, avaz, ana avrat!
Geride kalanlar için,
Hem üzüm yemekse üzüm yemek,
Sövmekse sövmek!
Hem de bağcıyı,
Dövmekse, dövmek gerek...